Aziz Nesin, Zonguldak'ta iken ordudan neden uzaklaştırıldı?
Yazar 'Aziz Nesin' adıyla tanınan Mehmet Nusret, 20 aralık 1915'de Giresun'da dünyaya geldi. 1925'te İstanbul Süleymaniye'deki Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin (sonradan ismi İstanbul 7. İlkokul olarak değiştirildi) 3. sınıfına devam etti. Darüşşafaka Lisesi'nde 2 yıl okuyan Nesin, 1935'de Kuleli Askeri Lisesi'nden mezun oldu ve 1937'de Ankara Harp Okulu'nu asteğmen olarak bitirdi. Aynı anda Güzel sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü'ne de devam eden Nesin, 1939'da Askeri Fen Okulu'nu bitirdi. Asteğmen olarak orduya katılan Nesin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Trakya'daki çadırlı ordugahta 2 yıl görev aldıktan sonra, 1942'de atandığı Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'nda bir bomba kazasında yaralandı.
1944'de Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katılan Nesin, o yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi. Zonguldak havzasının bir çok tepe noktasına top bataryaları konuşlandırıldı. Aynı şekilde denizden gelecek tehditlere ve çıkarmalara karşı önlem amacıyla sahilde stratejik noktalara da makineli tüfek bataryaları yapıldı. Aziz Nesin daha sonra üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı…( Yüksel Yıldırım-2018)
Aziz Nesin, Zonguldak'ta iken ordudan neden uzaklaştırıldı?
Osmanlı Devleti, Harb-i Umumi’nin(1. Dünya Savaşı) içerisinde iken 1915’te dünyaya gözlerini açan Aziz Nesin’in hayatı, birkaç film senaryosuna yetecek kadar malzemeyle doludur.
Küçük yaşta annesini kaybeden Nesin, babasının emekleri sayesinde eğitim hayatını başarılarla bezer en nihayetinde Kuleli Askeri Lisesi’ne girmeyi başarır.
Aziz Nesin’in o günlerdeki en önemli hedefi Türk Ordusu’nda ‘General’ olabilmektir. Askeri liseyi genel olarak başarıyla tamamlayan yazarımız en nihayetinde Harp Okuluna girer ve arzu ettiği ortamı pek bulamasa da okulunu ikincilikle bitirir.
1937 yılında Harp Okulunu bitiren Nesin, teğmen rütbesiyle orduya katılır. Tam da o sıralarda 2.Dünya Savaşının en çetrefilli dönemi yaşanmakta, on binlerce Anadolu genci Trakya’dan Çanakkale’ye kadar sıralanmış vaziyette Almanya ve Hitler’in olası bir Türkiye operasyonuna hazırlanmaktadır. Tarımla uğraşan halkın elinden buğdayı alınmış ambarlarda bekletilmekte, gençler ise savaşın nasıl seyredeceğini konuşup durmaktadır. İşte o hengamesi bol olan günlerde Trakya sınırına yollanan genç yazarımız iki yıl boyunca görev yapmış, 1942 yılında Erzurum’a tayini çıkmıştı. O sıralarda Erzincan Depremi sonucu binlerce insan göçük altında kalmış, Aziz Nesin ve sorumluluğu altındaki askerler, depremin enkazını kaldırmak için de görevlendirilmişti.
2. Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşılırken Aziz Nesin’in de yolu bu sefer Zonguldak’a düşer. Zonguldak’ta uçaksavar top mevzileri yapmakla da görevlendirilen Aziz Nesin görevli bulunduğu mıntıka dahilinde gayri nizami hareket, emre itaatsizlik ve zimmete para geçirmek suçlarından! askeri mahkemeye verilir ve en nihayetinde askerlikle ilişkisi Zonguldak’ta iken son bulur.
Askerlikten tard edilen Nesin, yayın hayatına girer ama askerlikten ayrılma sebepleri ve iddiaları bir türlü peşini bırakmaz. Aziz Nesin’in şahsına ve ideallerine düşman olanlar bazen abartarak bazen de kasıtlı iftiralarla yazarın Zonguldak ve diğer yaşadığı ve gayr-i kanuni olayları gazetelerinde tekrarlar ve Nesin’i zan altında bırakmayı amaçlarlar.
Peki, ne olmuştu da Aziz Nesin, Zonguldak’ta üsteğmen rütbesinde iken askeri mahkemeye sevk edilmiş ve en nihayetinde ordudan atılmıştı?
Bu sorunun cevabından önce şahsı hakkında ortaya atılan iddiaların sahibine bakmak gerekir.
Aziz Nesin’in ordudan ayrıldıktan yıllar sonra, 1958 yılının son ayında 30 Aralık 1958 günkü Milliyet gazetesinde Peyami Safa, ‘Bir Yazara Öğütler’ adlı bir yazı yayımlar ve Aziz Nesin’i bir ağabey! olarak uyarır:
“Her kitabı gibi sonuncusunu da bana gönderme nezaketinde bulunan Aziz Nesin’i sevenlerin de, sevmeyenlerin de birleştiği bir nokta var. Çok yazıyor, kabiliyetini zorluyor, kendi kendinin posasını çıkarıyor. Verimi arttıkça kalitesi düşmektedir…”
İşte, ilk kavga bu sözlerle başlar.
“Ona birkaç ağabey öğüdü vereceğim” diyerek yazdığından fazla okumasını, para kazanma hırsını frenlemesini, yabancı dil öğrenmesini ve en önemlisi haddini bilmesini öğütler. Bu ağır itham ve küçük düşürmenin tabii ki karşılığı olacaktır.
Aziz Nesin:
“Durup dururken,ortada bir şey yokken Bay Safa’nın bana böyle saldırması neden?... Bay Safa beni neden ısırdı diye düşündüm. Doğrusunu isterseniz ısıramıyor da. O ısırgan Peyami Safa kalmamıştır artık… Takma dişli aslan ısıramıyor, ısırma rolü yapıyor.” der.
Karşılıklı atışmalar ve hakaretler 10 Ocak 1959 gününe kadar sürer ve en nihayetinde Peyami Safa ‘Bir Habis’ dediği Aziz Nesin’e ağır ithamlarda bulunur ve Zonguldak’ta askerlik yapmakta iken neden görevinden alındığını kendince maddeleri ile açıklar:
“….Bu habis, Harp Okulu’nu bitirip ordumuza katıldıktan sonra,askeri birliğe ait keçileri satarak parasını cebe attığı için ve ayrıca Çankırı vilayeti Çerkeş kazasında subay olarak bulunduğu sırada vuku bulan büyük zelzelede enkaz altından çıkan eşyayı zimmetine geçirerek çapulculuk ettiği ve ölülerin altındaki eşyayı çaldığı için subaylıktan tard ve hapse mahkum edildiğini Toprak ve Ocak gibi gazeteler neşir ve ilan ettikleri halde, gık diyememiş hiçbirisine cevap verememiştir….”
Bu ağır ithamlarla Aziz Nesin’i ölü soyucu, çapulcu ve hırsız olarak suçlayan Peyami Safa, Nesin’in Erzincan, Çankırı ve Zonguldak’taki askerlik nizamına aykırı tavırlarından bahseder.
Peyami Safa’nın bu yazısına karşı Aziz Nesin okurlarından özür dileyerek durumu netleştirmek ve maruz bırakıldığı iddiaları cevaplandıracağını ve üzerine atılan suçların cevabını mahkemede vereceğini açıklar:
“Çok sevimsiz, yakışık almayan, iğrenç bile olan bir yazışmaya girmek zorunda bırakıldığım için, önce okurlarımdan özür dilerim. Peyami Safa ile de olsa, bu yazışmanın böylesine seviyesizliğe düşmesini istemezdim.” der ve mahkemeye sunduğu uzunca bir savunmayla şahsının uğradığı hakaretin asılsız olduğunu ispata çalışır. Daha sonraki yıllarda yazdığı bir yazısında ise ordudan neden atıldığını anlattığı dava dosyasını yayımlar:
“….Benim seksen yaşında olduğumu, bu yaşıma dek 108 kitap yazmış ve 109. kitap olarak bu davayı yazacak bir yazar olduğumu düşünerek, benim zamanımın sizinkinden daha değersiz olduğunu elbet düşünmezsiniz. Boşuna gevezelik etmeyeceğimi bilerek beni dinleyiniz. Dava dosyaları arasında bunalmış ve zamanınızın çok değerli olduğunu biliyorum.
Evet, 51 yıl önce 23. Tümen’in İstihkâm Bölük Komutan Vekili iken (Zonguldak’ta), tümenin askeri mahkemesine verildim. Suçum, düşmanlarımın yazdığı ve yazdıkları gibi, salt zimmet ve hırsızlık değil, bir de görev ve yetkimi (vazife ve salahiyetimi) kötüye kullanmaktı.
Görev ve yetkimi kötüye kullanmam, er ve subaylara izninin kesinlikle yasak olduğunu savaş yılları içinde bölüğümdeki iki ere, görev ve yetkimi aşarak izin vermiş olmamdı.
Söylediğine göre, iki yıllık asker olan bu er bir yakın köydendi ve en çok iki gün iki gecede köyüne gidip gelebilirdi. Askere gelmeden kısa bir süre önce evlenmiş olan bu er, aldığı bir mektuptan karısının kaçırılmış olduğunu öğrenmişti.
Köyüne gidip karısını alacak, kendi akrabalarının evine bırakarak hemen dönecekti. Ben bölük komutanı olarak izin vermeye yetkili değildim. Savaş zamanı olmasa ancak tabur komutanı izin verebilirdi.
Buna karşın, hem de yetkim yokken, erin cinsel gereksinimini de göz önünde tutarak dört gün içinde dönmesi ve bu riski göze aldığım için, bir namus cinayeti işlememesi koşuluyla, pek çok yalvaran bu eri dört gün için izne gönderdim. Er gitti, ama 15 gün izinden dönmeyince beni erin köyünün yolu üzerindeki Kurtboğan Boğazı denilen yerde tipiden boğularak ölmüş olması korkusu sardı.
Denildiğine göre Kurtboğan Boğazı’nda her yıl birkaç kişi tipiden ölür ve köylüler böyle bir ölüm olmazsa o yılın bereketli geçmeyeceğine inanırlarmış. Kıştı. Amansız 1941 kışı. Isı, eksi 38. (Bahsi geçen olay Kars’ta vuk’u bulmuştur.)
Bir erle bir onbaşıyı erden haber getirmeleri için erin köyüne yolladım. Er, benim kendisine yazılı izin kâğıdı verdiğimi – yani benim suçlu olduğumu anlatıyor– şimdilik kışlaya dönmeyeceğini söylüyor. Bir haber daha getirdiler. O erin karısını kaçırdıkları yalanmış. Askere gelirken, karısını askerlik süresi için bir başka erkeğe kiralamış. Karısını alan kirayı iki taksitte ödeyecekmiş. İlk taksidi peşin vermiş. Aradan iki yıl geçtiği halde ikinci taksidi ödemeyince, parasını almaya köyüne gitmiş. Karısının kirasını almadan dönmeyecekmiş. Sonunda döndü.
-Zimmet suçum ise, o iki eri yetki ve görevimi aşarak, (gayr-ı resmi) izinli göndermiş olduğum için, o iki eri günlük yoklamadan düşemiyordum. Böylece iki erin istihkakı olan iki tayınla, her gün bölük kazanında pişen yemeklerini ben yemiş ya da satmış ya da herhangi bir biçimde kendi yararıma kullanmış oluyordum. İşte bu suç erlerin istihkakını zimmete geçirmek oluyordu. Ve ben o iki erin izinde olduğu günlerde onları bölüğün günlük yoklamasında izinli diye gösteremediğim için, onların tayınını ve yemeklerini ben almış oluyordum, yani zimmetçiydim.
-Hırsızlığım ise iki küçük keçi yavrusunu, bütün 23. Tümen yaya olarak taa Safranbolu’dan Davutpaşa sırtlarına dek yürüyerek gelirken yürüyüş sırasında öğle yemeği için Sapanca’da mola verdiğimizde, o iki keçi yavrusunu takım komutanları olan subaylara ve astsubaya sattırıp parasıyla aldığım kirazı öğle yemeğinden sonra bölüğümün erlerine verdirmemdi.
Düşmanlarım bu keçi hırsızlığımı yazıp durdular.
Bunlar, orduda istihkâm bölüğünde keçi ne arar diye düşünmediler. En düşünenleri, sen levazım subayı mıydın, diye sordu.
İşte görev ve yetkiyi kötüye kullanmak, işte zimmetçilik, işte hırsızlık...”
Aziz Nesin’in yasak olduğu halde erlere izin vermesinden dolayı başına gelmeyen kalmamış ve bu olaydan sonra Zonguldak’taki 23.Tümen’e atanmıştı. Kars’ta başına gelenleri aklında tutan Nesin’in Zonguldak’taki tümeninde çok iyi yazı yazan İzmirli Ali Rıza adında bir askeri vardı. Ali Rıza, memleketi İzmir’de bıçaklı saldırı sonucu bir adamı öldürmüş ve uzun yıllar hapis yatmış en nihayetinde cezasının her üç günü için bir gün madende çalışarak cezasını bitirebilmiş ve askere alınmıştı. Yıllardır görmediği eşi ve çocuğundan gelen mektupları, kışlaya gelen her mektubu okumak zorunda olduğu için inceleyen Aziz Nesin, İzmirli Ali Rıza’nın durumuna acımış ve başından geçenleri unutarak ona izin vermişti. Ne var ki aynı Ali Rıza, İzmir’de hasımları ile karşılaşmış ve darptan dolayı tekrar cezaevine girmişti. Başına gelen ikinci olayından acısını yaşayan Nesin, bir ay sonra tekrar tümene katılan İzmirli’yi affetmemiş ve onu yazıcılıktan alarak talime çıkarmaya başlamıştı.
‘İyilikten maraz doğar’ derler. Hakikaten de Aziz Nesin’i işinden edecek olan maraz rahatlığından olan İzmirli Ali Rıza ve Kel Çavuş adında bir asker sayesinde doğmuştu. Türlü iftiralar ile (Peyami Safa’nın dillendirdiği bazı iddialar) Aziz Nesin’den pek haz etmeyen tümen konutanı Behzat Bey’e şikayet edilen Nesin en nihayetinde mahkemeye çıkarılır.
Başından geçenleri bir bir mahkemede anlatacağı yerde kendini savunmayan Nesin’in gönlü zaten basın hayatındadır. Yıllar sonra “O kadar ağır ithamlara maruz kaldım ki, utandım...” diyecek ve neden kendini savunmadığı izah edecektir.
Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin’e göre babasının savunma yapmamasının sebebi ‘askerlikten bezmiş’ olmasıdır. Uzakta olan ailesi ve çocukları, İstanbul’da arzu ettiği yazın hayatı ve vaktiyle idealist olarak girdiği askeriyeden soğuması sonucu Zonguldak’taki tümende üzerine atılan iddiaları sessizce dinler ve en nihayetinde askerlikten uzaklaştırılır.
Yıllarca askeri üniformaya ve devlete hizmet etmiş, askerlerinin sorunları ile elinden geldiği kadar ilgilenmeye çalışmış, yıllarca çadırlarda kalıp Almanların olası taarruzunu beklemiş, Kars ve Erzurum’un soğuğunda emek harcamış, Devrek- Safranbolu ve Zonguldak üçgeninde kendisine verilen her türlü görevi icra etmeye çalışmış Aziz Nesin en nihayetinde pes etmiştir. Yıllar sonra askerlik için şöyle der:
“Ben, on dört yaşımdan yirmi dokuz yaşıma dek, on beş yıl ordunun içindeydim. Orduda yetiştim. Sekiz yıl subaylık yaptım. Antimilitarist bir insanım. Kimine şaşılası gelebilir ama askerliği çok da sevmiştim...”