Zonguldak

Dr. Cemil Çakmaklı yazdı "Sular Seller, Filyos Vadisi ve DSİ kafası"

Dr. Cemil Çakmaklı Zonguldak, Bartın, Kastamonu, Düzce gibi Batı Karadeniz illerinde yaşanan sel felaketi sonrası DSİ’ye yol göstererek betonlaşmanın etkisini kaleme aldı.

Abone Ol

Çakmaklı Z HABER Genel Yayın Yönetmeni Atilla Öksüz’e göndermiş olduğu yazısında “Muhtemelen çok zamanımız yok. Acele etmeliyiz” dedi.

Dr. Çakmaklı’nın yazısı şu şekilde:

Benim ülkem; dağlar, vadiler, dereler ülkesidir. Anadolu’da; her virajı döndüğünüzde, karşıda birkaç dağ tepe, ortada bir küçük ova, bir de akarsu çıkar önünüze. Yani, Türkiye’nin özeti; çok tepe, az ova ve biraz da deredir. Bizim topografik ve ekolojik özetimiz budur.

Biz, son yarım asırda bu topografyada iki büyük ekolojik cinayet işledik.

Birinci Ekolojik Cinayet; zaten çok az olan ova topraklarının üzerine yerleşmemiz, şehirleri oralarda kurmamızdır. Gittik, milyarlarca mikroorganizmadan 4 milyar yılda oluşmuş toprağın, yani o canlı varlığın üzerine beton döktük, şehirler kurduk. Oysa, Anadolu kültürü ovaları tarıma ayırıp, yamaçlara yerleşmenin örnekleri ile doludur. Anadolu’da yaşayanlar toprağın tarım için olduğunu, o zeminin yerleşme için zayıf olduğunu, sağlam zeminin yamaçlarda olduğunu ve de yamaçların insana ufuk kazandırdığını biliyorlardı. Biz ovaların, toprakların üzerine yerleşerek varlığımızı sürdürecek tarımı mahvettik. Binalarımızı zayıf bir zemine oturtup, şehirlerimizi deprem felaketlerine açık hale getirdik. Ve de insanlarımızı ufuksuz bıraktık. Oysa sağlam zeminli yamaçlara yerleşseydik hem ovalar bizi besleyecekti hem depremlere karşı dirençli şehirlerimiz olacaktı. Hem de insanlara ufuk verip, uzaklara baktırıp, belki de geniş görüşlü toplumlar oluşturabilecektik. İşte bu yüzden ova topraklarının üzerine yerleşmek, bizi aç bırakan ve deprem gibi, su baskını gibi felaketlere davetiye çıkaran geri dönüşü olmayan bir ekolojik hatta sosyolojik bir cinayet olmuştur.

İkinci Ekolojik Cinayetimiz ise; ülkenin su işlerini yönetsin diye kurduğumuz Devlet Su İşleri (D.S.İ) eliyle işlediğimiz, doğa dışı müdahalelerin doğurduğu ekolojik cinayetlerdir.  

Bu konuyu biraz açalım.

DSİ KAFASI

D.S.İ; ülkenin su işlerini düzenlemek için 1954’te kuruldu. Ama; Devletin Su İşleri bir türlü Doğanın Su İşlerini anlamadı. Onun dilini çözemedi. Doğanın kafasının aksine, başka bir kafayla yaklaştı su işine. Suyu doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi gördü. İşte biz buna D.S.İ kafası diyoruz. Bu D.S.İ kafası, pek çok yanlışı doğurdu, pek çok yanlışa neden oldu ve ülke ekosistemini kirletip katletti.

D.S.İ kafası; Amik Ovasında ve Konya Ovasında göller kuruttu. Göksu’nun yatağını değiştirdi, Melen’de havzadan havzaya su nakletti. Betonla ve dolguyla bir sürü baraj yaptı, iyi barajlar değil ama zengin müteahhitler üretti.

D.S.İ kafasının bilinen ve görünen bu büyük cinayetlerden ötede, en büyük cinayeti; küçük küçük, parça parça işlediği için hissedilmeyen bir cinayettir. Bunun adı Taşkın Koruma ve Dere Islahı cinayetidir. Başta Karadeniz dereleri olmak üzere, ülkenin kılcal damarları olan derelere karşı işlediği cinayettir. DSİ; ülkenin on bine yakın noktasında derelerin altına ve yanlarına betonlar döktü, onları kanallar içine aldı. Güya, dereleri ıslah etti, taşkınları önledi. Oysa bu betonlamalar selleri azdırdı, taşkınları coşturdu.

Selleri azdıran, taşkınları coşturan D.S.İ kafası bunlardan hiç ders almadı. Derelerin sadece dere olmadığını anlamadı. Derelerin doğanın kılcal sulama damarları olduğunu görmedi. Derelerin yer altı sularının anası olduğunu, etrafındaki canlıları, bitkileri, hayvanları besleyen bir ekosistem olduğunu kavrayamadı. Derelerin tabanlarını betonladı, onun toprakla bağını kesti, dereler toprağa su veremez oldu. Derelerin yanlarını betonladı, onun bitkilerle, hayvanlarla, bahçelerle, bostanlarla ilişkisini kesti.

Doğanın dere mühendisliğini hiç anlayamadı DSİ kafası. Derenin; statik değil, dinamik bir kavram olduğunu, bu seneki derenin gelecek seneki dere olmadığını göremedi. Yağmur yağış ne kadarsa, dere o kadardır bilemedi. Bilse de bunun mühendisliğini çözemedi.

D.S.İ hala dere yatağı ile taşkın yatağını ayıramıyor. Dere yatağı normal derenin,  taşkın yatağı yağmurla yağışla büyüyen derenin yatağıdır. DSİ kafası; şimdiki yatağı betonlayıp, kanallayıp; insan hukukunun bile ‘’tescile tabi değil, kimseye ait değil, burası dereye ait’’ diye nitelendirdiği taşkın yataklarının mülkiyet konusu yapılmasına ve imarlaşmasına çanak tuttu. Sonuç olarak dereler betonlandı, taşkınlara davetiye çıkarıldı.

Peki sonra ne oldu?

Tabii ki, doğanın dediği oldu.

O çok yağmurlu gün geldi. Betonlanan dereler taştı, gitti, işgal edilen taşkın yataklarını bastı geri aldı. Geri alırken de, can aldı, mal aldı, işgalcilere pek çok zarar verdi. Herkes D.S.İ kafasının yanlışından doğan bu olaya ‘’sel’’ dedi, ‘’taşkın’’ dedi, ‘’afet’’ dedi. Devlet gitti, kendi yanlışına ağladı, vergi saldı yanlışını fonladı. Zararı günahsızlara yükledi.

Dereleri kanallara hapsetme yanlışı, bir yerde değil yaklaşık on bin yerde yapıldı.

Bu yanlış, Hopa’dan, Arhavi’den Ordu’ya, oradan Kastamonu Bozkurt’a, Bartın’a, Karabük’e, Zonguldak’a, Devrek’e, Gökçebey’e, Çaycuma’ya ve hatta benim kasabam Beycuma’ya kadar her yerde yapıldı.  

BEYCUMA’NIN DERELERİ

Benim kasabam Beycuma; etraftaki yamaçlardan kopup gelen iki derenin, Kasımlar ve Yörükler derelerinin birleşip Beylik deresi adıyla Filyos Vadisine doğru aktığı bir düzlükte kuruludur. Beycuma; derelerin getirdiği suyun hayat verdiği bir kasabadır. Benim çocukluğumda; bağ bahçe bu derelerden sulanır, harmanlarda dövülen buğdaylar bu derelerde yıkanır, bu derelerin döndürdüğü değirmenlerde öğütülürdü. Herkes çamaşırlarını bile bu derelerde yıkardı. Yani ya, Beycuma’nın dereleri Beycuma’nın her şeyiydi.  Hayat bu derelerin etrafında dönerdi.

Bu üç derenin kenarları; kökleri dere taşları ile iç içe geçmiş bizim Kavlanga dediğimiz, ihtiyar mı ihtiyar çınar ağaçları ile doludur. Dalları suya değen salkım söğütler, gökyüzüne uzanan kavak ağaçları ile kaplıdır. Bahçelerin çitleri, fasulyelerin çubukları evlerin çatıları bu çınarların, söğütlerin ve kavakların dallarından yapılır. Üç derenin etrafı; geniş, yeşil yapraklı kabalaklar, ısırgan otları, kıpkırmızı gelincikler, bembeyaz papatyalar ve küçük mavi çiçekli sabun otlarıyla doludur. Bu dereler, çocukluğumuzda bizim oyun parklarımızdı… Oralarda yüzdük, balık tuttuk, kurbağalarla, kelebeklerle ve daha bir sürü canlıyla orada tanıştık. Onlarla bir bütün ve yaşam ortağı olduğumuzu hiç kimse bize öğretmedi, biz bunu o ortamdan, yani doğadan öğrendik.

Sonra bir gün, D.S.İ kafası geldi, dereleri betonladı, kanallar içine aldı. Beton kanallar, derelerin doğayla ve insanla bağını kesti, kopardı, ayırdı. Derelerin ara sıra çoğaldığında yayıldığı ve sessizce çekip gittiği taşkın alanların üzerine yerleşildi. Taşkın alanları işgal edildi. Beton kanallara hapsedilmiş dereler bu işgallere 20-30 yıl ses çıkarmadı. Ama iki hafta önce geldi, kendi taşkın alanına yerleşmiş, yerleştirilmiş insanlarımızın malını mülkünü aldı götürdü. Yani, Arhavi’de, Ordu’da, Bozkurt’ta ve diğer yüzlerce yerde olanlar benim kasabamda da oldu. DSİ kafası yüzünden oldu.  

BU BETON VAR YA BU BETON

Bu beton var ya bu beton, hayatımıza 1940’larda benim doğduğum yıllarda girdi. Bina, yol, köprü ve kanal oldu. Bugün bu beton, biyosfer dediğimiz canlı küremizin %90ınını oluşturan, çalı ve ağaçların kütlesinden daha çok yer işgal ediyor. Antropojenik, yani insan yapısı malzemelerin %80inini bu beton oluşturuyor. Ama sonsuza kadar yaşamıyor beton, onun da bir ömrü var. Kötü betonlar 15-20 yılda, en iyisi 50-60 yılda çürüyor, taşıma gücünü kaybediyor. Atık hale dönüşüyor ya da çöp oluyor.  Yani ovalarımızın üstüne, derelerimizin etrafına döktüğümüz ömürsüz zannettiğimiz betonlar çöp oluyor, şehirlerimizin ve insanlarımızın felaketi oluyor. Çürüyen betonlar ovalarda depremle, derelerde su baskınlarıyla kolayca yıkılıyor, evimizi, eşyamızı ve en önemlisi canlarımızı alıp götürüyor. Biz de fırsatçıların yanlış kullandığı, ya da en iyisinin bile giderek çürüdüğü bu betonları hala çare olarak görüyoruz. Onu çağdaşlık zanneden garip bir kafayla yaşıyoruz. DSİ’de bu kafada. Bir betondur tutturmuş gidiyor. Bulduğu her yere beton döküyor.  Başka çözümler aramıyor.

AVRUPA NE YAPMIŞ ?

Biz hep yaparız ya… Baştan düşünmeyip sonunda başımıza bir şey geldiğinde, Avrupa ne yapmış diye bakarız ya, şimdi de öyle yapalım. Bakalım, Avrupa bu konuda ne yapmış. Onlar da çok eskiden, dere yataklarını betonlamış, sonra bunların zararlarını görünce hatalarını restore etmeye, diğer bir deyişle düzeltmeye başlamış. Bunun için bir ‘’Avrupa Nehir Restorasyon Merkezi’’ kurmuş. Yeni bir yaklaşım üretmiş. Onlar çoktandır, akarsuların kenarlarına çekilen beton duvarları yıkıyorlar, dereleri eski haline getiriyorlar, yani restore ediyorlar. Akarsuların; taşkın havzalarıyla ilişkisini yeniden kuruyorlar. Derelere yataklarını geri veriyorlar. Anlamışlar ki, taşkınları önlemede en önemli şey, milyonlarca yılda oluşmuş taşkın yataklarını korumaktır. Artık onlar, taşkın yataklarını koruyor ve hatta ağaçlandırıyorlar. Taşkın yatakları suyu yutuyor, ağaçlar da toprağı tutuyor. Böylece selin hızı yavaşlıyor. İşte doğaya uyumlu tedbir bu. Devletin Su İşleri kafasına değil de, Doğanın Su İşlerine bakarak yaşamak bu.

Biz de, Doğanın Su İşlerine bakmalıyız. Çünkü artık başka çare yok. İklim değişikliği dediğimiz, doğayı yanlış kullanmaktan doğan olay artık deprem ve su baskını gibi afetleri tetikliyor. Geçmişten daha çok depreme, su baskınına ve toprak kaymalarına hazır olmalıyız.

Birleşmiş Milletler (BM) IPSS İklim Raporu 2100 yılına kadar, kıyı bölgelerinde yaşayan milyonlarca insanın artık geçmişten daha çok su baskını ile karşılaşacağını ve daha büyük sel felaketine maruz kalacağını söylüyor. Çünkü, karbonik kirlenme, küresel ısınmaya, bu ısınma da su çevriminde hızlanmalar ve meteorolojik afetleri doğuruyor. Artık biz de görüyoruz ki, felaketler giderek arttı yaklaşık her yıl 200ü aşkın su baskını ve yüzlerce heyelan ile boğuşuyoruz.

ASLINDA SORUN EKOLOJİKTİR

VE BİRER EKOLOJİK FORM OLAN HAVZALARA YAKLAŞIM SORUNUDUR

Başlıkta söylediğimiz gibi; aslında sorun, su baskını veya heyelanla sınırlı değil, depremler, orman yangınları yani tüm ekolojik felaketleri içine alan bir bütüncül sorundur. Bu yüzden konu; ekolojik bir zeminde incelenmelidir. Ekolojik formların somutlandığı yerler olan havzalar bazında incelenmelidir. Bu yüzden, havzalara yaklaşımlarımıza yakından bakmak konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır sanıyorum.

Türkiye, 26 havza üzerine kurulu bir ekosistemdir. Bu havzalara genellikle, havzaya hayat veren akarsuların adı verilir. Kızılırmak havzası gibi, Sakarya havzası gibi, Filyos havzası gibi.

Akarsuların biçimlediği havzalarımız, havzalarımızın ovaları, toprakları, ormanları, yanlış yaklaşımlar yüzünden maalesef sellere, heyelanlara, depremlere, yangınlara, kısaca tüm doğal felaketlere açık hale gelmiş durumdadır. Aslında bunlar ayrı ayrı felaketler değil, bir felaketler bütünüdür. Topluca, ‘’ekolojik felaketler’’ diyoruz bunlara. Birbirine bağlı bu ekolojik felaketleri bir bütün olarak ele almadan, karbonik kirlenmeyle, küresel ısınmayla, hava ve su çevrimindeki bozulmayla ilişkilendirmeden çözemeyiz.

Vadilerdeki suya, toprağa, ormana, doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi bakarsak bu felaketleri çözemeyiz. Artık konuya; su mühendisliği, toprak mühendisliği, orman mühendisliği gibi parça parça tekniklerle yaklaşarak da çözemeyiz. Bu konunun çözümüne ‘’ekolojik mühendislik’’ yaklaşımı ile bakmalıyız. Ekolojik Mühendisliğin Referanslarını da doğada aramalıyız.

Özetle, kafayı değiştirmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; bu hafzalar, bu havzaların havası, suyu, toprağı, ormanı, kurdu, kuşu, kısaca ekolojisi bu ülkenin temel servetidir. Geleceğidir. İşte bu yüzden, ülkemizi gerçekten korumak, gerçekten savunmak istiyorsak, sadece coğrafi sınırları değil, ekolojik sistemleri de korumalıyız.

HAVZALARDAN BİR HAVZA; FİLYOS HAVZASI

Havza havza demişken, kırk yıldır Zonguldak’ın gündeminde olan son günlerde de doğalgaz nedeniyle ülke gündemine oturan Filyos Havzası’na yakından bir bakalım. Bu bakış, diğer havzalar için de açıklayıcı olacaktır.

İlkin Filyos vadisinin topografisine ve hidrolojisine bir göz atalım. Sonra bu vadide; benim başında bulunduğum bir grup tarafından, taa 1983’lerde hazırlanan Filyos Vadisi projesine de bir göz atalım. Bu vadiye ve projeye DSİ kafasının yaptığı ekolojik cinayetleri gözden geçirelim. Sonunda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. DSİ; ne Filyos Vadisinin hidrolojisini ne de Filyos Vadisi projesinin temel felsefesi ve yaklaşımını bilmeden buraların kaderiyle oynuyor ve büyük ekolojik cinayetler işliyor.

Filyos havzası, ülkedeki 26 havzadan biri ve Batı Karadeniz’in tek havzasıdır. Filyos havzası; Zonguldak, Bartın ve Karabük illerinin ortak omurgası ve ortak ekolojik sistemidir. Filyos havzasına, bu üç vilayetin dereleri ve bunun ötesinde Bolu’dan Kastamonu’dan, Çankırı’dan pek çok kol su taşır. İki ana aksta toplanan bu kolların toplam uzunluğu 600 km’ i bulur ve bu kollar 2.000 m yüksekliğindeki dağlardan, ormanlardan başlar, kuş uçuşu 150 km’de 2000 m yükseklikten denize iner. Yani havzadaki suların akış hızı çok yüksektir. Bu yüksek hızlı akışlar denize 40 km kala birleşir ve büyük bir taşkın havzası oluşturarak denize dökülür. Bu taşkın havzasının mühendisliğini binlerce yıldır doğa usta yapmış, kendi yatağını ve taşkın havzasını oluşturmuştur.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu havza üzerine 1983’lerde başlayan bir çalışma ile Filyos Vadisi Projesi adını verdiğimiz bir proje oturttuk. Bunu yaparken, ilk gözetilen şey vadinin bir taşkın havzası olduğu ve çok zengin bir ekosisteme sahip olduğu gerçeğiydi. Bu yüzden ırmağın kurallarını gözeterek önce vadinin ucunda çok fonksiyonlu bir liman yapma kararı alındı ve 1983 bütçesine, liman için etüt bedeli konuldu. Bu limanın hızlı ve kestirme bir tren yoluyla Ankara’ya ve İç Anadolu’ya bağlanması düşünüldü. Sonra limanın bir Ro-Ro limanı haline getirilerek 480 km uzaklıktaki Köstence’ye, oradan da Tuna Su Yoluyla Avrupa içlerine kadar yük taşınması düşünüldü. Böylece Anadolu’daki üretim Karadeniz’e ve Avrupa’ya kadar ulaştırılabilecekti. Bu yolla Karadeniz İç Ticareti geliştirilecekti.

Sonra bu vadide ırmağın varlığını inkâr etmeden ve vadi ekolojisini bozmadan kirletmeyen bir sanayi kurmak, tarımı bütün vadiye yaygınlaştırarak organikleştirmek ve bölgenin emsalsiz zenginliklerini turizme açma hedeflendi.

Bu yaygın ve ekolojik yaklaşım sonucu, Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Devrek’e, Dirgine’ye, Beycuma’ya, Yenice’ye ve Karabük’e kadar tüm vadinin yatırıma ve istihdama kavuşturulması hedeflendi. Şimdi olduğu gibi, sadece liman etrafında toplanan bir kirletici sanayileşme hiç öngörülmedi.

Bütün bunlardan amaç; madenden başka alternatifi olmadığı için, yer altına girip oralarda ölüp kalan Zonguldak’lı Türkmen köylülerin yer üstüne çıkarılması, bölgeyi geleceğe hazırlama ve kömür istihdamına mecburiyetten kurtarılmasıydı. Böylece bu proje; bölgeyi ekolojik bir gözlükle geleceğe hazırlama, kömürün kirleticiliğinden ve öldürücülüğünden uzak bir istihdam oluşturma niyetiyle yola çıktı.  

PEKİ ŞİMDİ FİLYOS VADİSİNDE NELER OLUYOR?

Yukarıda söylemiştik; DSİ kafası bu havzayı ve bu havzaya dayalı projeyi hiç anlamamakta, burada büyük ekolojik cinayetler işlemektedir.

İşlenen en büyük ekolojik cinayet, Köroğlu dağlarından inen suları Filyos ırmağına taşıyan ve Filyos ırmağının suyunun yarısını veren Ulusu deresinin önünün kesilerek Ankara’ya yönlendirilmesidir. Bunun için DSİ 6 metre çapında 30 kilometre uzunluğunda Gerede’den Çamlıdere’ye bir tünel açmış, Işıklı’da bir regülatör kurarak ve Ulusu deresinin sularını Ankara’ya aktarmıştır. Yani Filyos Vadisinin can damarı olan sular Ankara’ya aktarılmakta, vadi kurutulmakta, ve giderek yok edilmektedir.

Bu büyük ekolojik cinayetin peşi sıra, D.S.İ kafası Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te, Beycuma’da, kısaca Filyos ırmağını besleyen her derede, taşkını önleme ve dere ıslahı adına dere yataklarını daraltıp, beton kanallar yapmıştır. Bu beton kanallar oralarda seli ve taşkını önlememiş, tam tersine azdırmıştır.

Yine aynı DSİ kafası, Filyos Vadisinin denize doğru 40 km uzunluğundaki taşkın yatağını seddelerle daraltmış, seddelerin dışındaki alanları, yani ırmağın taşkın havzasını ırmağın elinden alarak, mülkiyete konu edilmesine ve imarlanmasına neden olmuştur.

Bugün Bakacakkadı’da binlerce yıllık taşkın havzası üstüne TOKİ konutları ve sanayi siteleri yapıldı. Taşkın havzasına 40 yıl önce yapılmış köprülerin altı dolduruldu. Su geçişleri tıkandı. Artık Filyos çayı taşkınlara köprülerin üçte birinden akıyor.

Sonuç olarak, DSİ’nin yaptığı seddeler ile ırmak yatağı ile, ırmağın taşkın havzası ayrılmış, taşkın havzaları mülkiyetlenmiş ve imarlanmıştır. Bunun sonucu olarak, Filyos Projesinin ana ilkeleri unutulmuş, Filyos projesi DSİ projeleri yoluyla bir toprak kazanma projesine dönüşmüştür. Bu büyük ve geri dönülmez bir hatadır. Taşkın havzasını yok ederek, toprak kazanma amaçlı böyle bir yaklaşım, Filyos Projesinin temeli olamaz. Olsa olsa Vadiyi, sürekli su taşkınlarına uğratarak gelecekte tamamen yok edecek bir ekolojik cinayet olur.

Akla bile getirmek istemiyoruz ama, şimdilerde birkaç yılda gördüğümüz seller ve taşkınlar gelecekteki iklim krizlerine dayalı meteorolojik sağanaklar ve onun sonunda oluşan seller ile bütün havza yok olabilir. Bir gün gelir, ırmak ondan aldığınız bu taşkın yataklarını tamamen geri alır. Üzerine yaptığınız konutlar ve iş yerleri sahiplerini malsız bırakır, yoksul eder. Bunun acısı ve maliyeti sadece Zonguldak’ta kalmaz, bütün ülkeye yayılır.

Belki o gün, bu büyük zararların şahsi sorumluları bulunmaz ama, ben bugünden ilan ediyorum; ‘’Bu muhtemel afetlerin sorumlusu; su nedir, taşkın nedir, iklim değişikliği nedir, gelecekteki meteorolojik afetler ve onun sonucu doğacak düzensiz ve anormal yağışlar neler getirecektir diye düşünmeyen ve bunları sorgulamayan ekolojiden ve gelecekten bihaber kafalardır.

ARTIK BÜTÜN DÜNYA BİLİYOR

Patlayan Dünya nüfusunun ve yanlış teknolojiler kullanmanın dünya ekosistemini çok hızla bozduğunu, bu hızlı bozulmanın ekolojik felaketleri daha da artıracağını artık bütün Dünya biliyor. Biz de bilmeliyiz. Kafalarımızı değiştirmeliyiz. Çözüm arayışlarını hızlandırmalıyız.

Eğer bu ekolojik felaketleri önleyemezsek, felaket sadece felaketzede üzerinde kalmayacak, önce toplumsal vicdan harekete geçecek, insanlar yardımlaşmaya çalışacak ama bu çaba da yeterli olmayınca kafalarını ekolojikleştiremeyen ve bu sorunlara çare bulamayan iktidarlar bu felaketleri vergilerle tüm topluma yayacaklardır. Böyle bakınca sorun hepimizin sorunudur. Bütün dünyanın ve insanlığın sorunudur.

BEN DEMİŞTİM’LER

Bütün bu anlattığım çerçevede, ilk tasarımını yaptığım ve çok emek ve gönül verdiğim Filyos Vadisi Ekolojisi ve Filyos Vadisi Projesi için, ben demiştim başlığı altında bazı gözlemlerimi ve önerilerimi sıralayacağım:

1.      Vadinin planlamasında ve mühendisliğinde artık modası geçmiş lineer mühendislik yerine bütün doğal boyutları bir arada ele alan ekolojik mühendislik esas alınmalıdır. Binlerce yıldır doğanın vadide yaptıkları esas alınmalı ve onlara karşı durulmamalıdır.

2.      Vadiye su veren kaynaklar; miktar ve kalite olarak korunmalı, vadiyi kirletici her tülü müdahale baştan engellenmeli, en önemlisi vadi suyunun Işıklı Regülatörü ile yapıldığı gibi başka havzalara aktarılmasına engel olunmalıdır.

3.      Filyos’a su veren dereler, dere ıslahı ve taşkın koruma adına beton kanallara alınıp, çevre yerleşmeler sel ve taşkınlara mahkum edilmemelidir.

4.      Ana ırmağın; özellikle denize doğru son 40 km’lik taşkın yatağı korunmalı, seddelerle arsalaştırılıp imarlanmamalıdır. Taşkın yataklarına yapılan yatırımların gelecekte herhangi bir gün küresel ısınmaların aşırı yağışları ile büyük felaketlere dönüşebileceği unutulmamalıdır.

5.      Vadi ekosistemini esas alan ve projeyi yüksek teknolojili kirletmeyen sanayi, organik tarım ve turizm ekseninde Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Yenice’ye, Devrek’e, Dirgine’ye ve Beycuma’ya, kısaca tüm vadiye yayan yaygın anlayıştan vazgeçilmemelidir. Filyos projesi, limana ve liman çevresindeki kirletici sanayiye indirgenmemelidir.

6.      Merkezden atanmış oligarşik Vadi Yönetimi terk edilmelidir. Onun yerine havzanın Yerel ve Mahalli İdarelerine, Ticaret ve Sanayi Odalarına ve konuyla alakalı Sivil Toplum Örgütleri’ne dayalı ama uluslararası yeterlilikte ekolojik bakışı olan teknolojik lojistik, organik tarım ve eylemli turizm birikimi olan profesyonel bir Vadi Yönetimi kurulmalıdır. Havza ile havzada yaşayan insanlar arasında akıl ve gönül bağı kuracak Sivil Toplum Örgütlerinin geliştirilmesi ihmal edilmemelidir.

7.      Proje, çevredeki tüm çevreyle, Karabük’le, Bartın’la ve kendini uzakta hisseden Ereğli’yle ve hatta tüm Batı Karadeniz’le bir ekonomik entegrasona kavuşturmalı onları da içeren bir ekonomik model kurulmalıdır.

8.      Projenin can damarının İç Anadolu ile kurulacak hızlı yük transferi olduğu unutulmamalı, Ankara ile Gerede’yi tünelle geçecek bir hızlı yük tüneli bağlantısı mutlaka gündemlenmeli ve gerçekleştirilmelidir. Hedef; ‘’Ankara bir saat’’ olmalıdır.

9.      Projenin ilk tasarımında yer alan Köstence Ro-Ro bağlantısı ve Tuna Su Yolu ile Avrupa içlerine kadar ulaşan bir ticari kanal fikri gündemden düşürülmemelidir.

10.  Belki böylece Filyos Vadisi bir afet odağı olmaktan çıkarılır, Filyos Vadisi Projesi de 1983’lerde tasarlanan ekolojik ve efektif çizgisine geri döner.

UNUTMAYALIM!

Görüyoruz ki, sular seller giderek coşuyor. Heyelanlar her yerde, depremler ve yangınlar kapıda.

Muhtemelen çok zamanımız yok.

Acele etmeliyiz.

Gecikmemeliyiz.

{ “vars”: { “account”: “G-PS7CWR0GE0” }, “triggers”: { “defaultPageview”: { “on”: “visible”, “request”: “pageview”, “vars”: { “title”: “Name of the Article” } }, “clickOnHeader”: { “on”: “click”, “selector”: “#header”, “request”: “event”, “vars”: { “eventCategory”: “examples”, “eventAction”: “clicked-header” } } } }