Zonguldak’ın doğurduğu has oğullardan biri olan İrfan Yalçın’ı Özgür halkın Sesi’ndeki köşe yazısında anlatan Yazar Ahmet Öztürk’ün o yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
İşte Zonguldak’ın her anına tanık olan, eserleri ile şehrin hafızasına not düşen İrfan Yalçın
ÖLÜMÜN AĞZI VE MÜKELLEFİYET
Farklı zamanlarda, farklı okumalar yaptığım “Ölümün Ağzı”nı 40 yıla yakın zaman önce elime aldığımda, vazgeçtim romandan, daha, “Yazarın Notu”ndaki giriş cümlesiyle çarpıldım İrfan Yalçın’a. İçime bıçak gibi saplanan o cümlede, “Eğer bir gün ‘acı’nın tarihi yazılırsa, Zonguldak kömür ocaklarında uygulanan işçi mükellefiyetinin, kısaca, ‘mükellefiyet’in de sözü edilir herhalde.” diyordu. Biz fanilerin anlaması zor elbette, kitabın ilk tümcesiyle, Zonguldaklıların en derininde yatan o büyük acıyı, okkalı bir tokat gibi yüzümüze çarpıp, her sayfası bir başka zulüm belgesine dönüşen romanın, olağanüstü kurguyla oluşturduğu atmosferine hazırlıyordu belki de. O gün, bugün en yakın düş arkadaşım, Zonguldak sevdasında en derinden ünsiyet bağı kurduğum gönül yoldaşımdır İrfan Yalçın. Ne zaman darlansam, bir yara kanasa ya da içimde, her cümlesi bir başka şiir dizesi olan kitaplarından medet umarım. Güzellik duygusuyla içimi soğutup gönlümün okşanmasını istediğim zamanlarda aklıma gelen ilk isim olarak ona sığınır, altını çizdiğim satırların arasında delice gezinirken, o kitabını bırakır, diğerini alırım elime. Kitaplarında hep anlatmaya çalıştığı yaşamın o buruk tadını doyasıya tadar, bir ömrü, sokaklarında hiç ayrılmadan geçirdiğim kentimden uzun yıllar ayrı düşmüş gibi daüssıla yaşarım. Ömrümün en mavi, en coşkun günleri düşer aklıma. Bilseniz nasıl çıldırtıcı bir duygudur o hasret, nasıl da hüzün sarar her yanını insanın…
YÜZLERCE AHMET OLARAK KALKTIM
Şanslıyım çok. Ahmet Naim, Muzaffer Tayyip, Rüştü Onur, İlhami Soysal, Kemal Uluser, Mehmet Seyda, Turgut Etingü gibi birinci kuşak yazı insanları dışında, kentimin yazın tarihine geçmiş kim varsa, bir arada olma, düş kurma, geçmişi-geleceği konuşma imkânım oldu. Zihni Anadol, İbrahim Yıldız, Savaş Büke, Mehmet Yılmaz, Mustafa Kademoğlu, Hamit Kalyoncu, Ziya Mısırlı, Mithat Yaban, Egemen Berköz, Hüseyin Avni Cinozoğlu, Mehmet Yaşar Bilen gibi İrfan ağabey de bunlardan biriydi ne mutlu ki. Çokça bir arada olma, konuşma, kutsal bir metin gibi elime aldığım kitaplarının öyküsünü dinleme şansı buldum ondan. Doğan Şadıllıoğlu, Kemal Kuşhan, Erbil Baruönü gibi dostlarıyla fi tarihinden beri sürdürdüğü hasbi dostluğun huzuruna çıkıp, kentin kadim zamanlarının kâh gönül yarası, kâh bin bir renkli çiçek bahçesi olarak ortaya konduğu sofralarına oturdum. Bir Ahmet olarak oturduğum o sofralardan, yüzlerce Ahmet olarak kalktım. Kol kola dolaştığım Gazipaşa Caddesi’nde, dükkân dükkân, adım adım anılarını dinledim. İçimin çokça ışıklandığı o gezilerde, çokça da hüzünlendim. Ne mutlu bize, arkadaşlarımla birlikte düzenlediğimiz saygı gecesiyle, kentin her yanından taşan sızılarını görünür kılıp, estetik bir imge olarak bilincimize kazıyan çabaları için teşekkür etme onuruna da eriştim. Hafızamın en görklü köşesinde bir ışık seli olarak sakladığım o anılar, hayatın bana bahşettiği en güzel zamanlardı elbette…
“EN NAMUSLU, EN ÖPÜLESİ EKMEK ZONGULDAK’TA PİŞİRİLİR”
İrfan Yalçın’ın ruhumun en derinine girip, içimde dal budak sarmasını sağlayanlardan biri de, zamanın en iyi kültür sanat dergilerinden ‘Sanat Olayı’na yazdığı “Zonguldak” başlıklı o muhteşem yazıydı kesinlikle. Aradan otuz yıla yakın zaman geçmesine karşın dün gibi hatırlıyorum, çocuk sevincinin her yanından taştığı bir coşkuyla yanıma gelen Doğan Şadıllıoğlu getirdi dergiyi. Okuduğumda allak bullak olmuş, kentimin derinlerine kat kat inen maden ocakları gibi ruhumun kuytularına katman katman sirayet etmişti Zonguldak sevgisi. O olağanüstü anlatımın rehberliğinde kenti, doğasını, insanını başka türlü sevmiş, değerlerini korumak için verdiğim savaşıma boyut kazandıracak bir bilinç sıçraması yaşamıştım. İçinde, “Zonguldak iki katlı hüzün dolu bir ev. Alt kattakiler Azrail’in elinden kömürleri kapıp kapıp üst kattakilere sunar. Şöyle yürüyün Çaydamar’a doğru bir. Görürsünüz onları yollarda, yüzleri kapkara, oyundan yeni dönmüş çocuklar gibi başlarında baretler, ellerinde lambalar. En namuslu, en öpülesi ekmek Zonguldak’ta pişirilir. Akşam oldu mu, -Ahmet Hamdi akşamları dışında- havası sönmüş lastikler gibi olur yollar, pörsükleşir. Yorgun insanlar demlenen bir çay gibi susar ve nasıl çalıştıklarını düşünür o gün.” tümcelerinin de bulunduğu yazıyı usuma nakşederken, -tıpkı bu satırları yazarken ki gibi- İrfan ağabeyin çocukluğunun mor damlalı yağmurları gibi yaşlar boşalmıştı gözlerimden. İrfan Yalçın’ı kutsayıp yalvaç mertebesine yükseltmem için, “En namuslu, en öpülesi ekmek Zonguldak’ta pişirilir.” tümcesi yetip de artmıştı zaten…
HİÇ TARTIŞMASI YOK Kİ, TAM BİR YAZIN EMEKÇİSİDİR
Nasıl anlatsam, Zonguldak’ın derin toprakları gibi yazını da varsıldır İrfan Yalçın’ın. Ustalıklıdır. Kentini, kent yoksullarını, sevgisizliğin en dibinde yaşayan insanları anlatırken, gündelik hayatta kullanılan sıradan sözcüklerle yazınsal dil oluşturmayı başarmış bir estettir de aynı zamanda. Kitaplarında, ışıltılı yüzler, yanına temennayla girilen asilzadeler, ekmek derdinden azade varsıllar değil de Sait Faik’in küçük insanları gibi hep en altta yaşayanlar, yolda kalmışlar, dışlanmışlar, ezilmişler, hayat yorgunları birer hayal ve hayat kahramanı olarak çıkar karşımıza. Hep onların acılarını anlatır, toplumcu bir yazar, sosyalist bir aydın olarak halkının derdiyle hemhal olmak ister çünkü. Hiç tartışması yok ki, tam bir yazın emekçisidir. Her sözcüğü neredeyse, hece hece damıtıp, pırıltılı bir su damlası olarak katar tümcelerinin içine. Kitaplarında fazladan tek sözcüğe bile yer yoktur. “Çok zor yazıyorum” demesinin altında yatan da bu ince işçiliktir zaten…
O BİR ZONGULDAKLIDIR AMA DÜNYALIDIR EN ÇOK DA
Ah yazı yeteneğim, yazın bilgim, birikimim yetse de uzun uzun anlatabilsem! Nerede görseniz, “Bu bir İrfan Yalçın cümlesi” dedirtecek özgün bir dil kurmayı becerip kendine has bir çevren, yalnızca ona ait biçem yaratmış; her kitabında okurunu derinden sarsan atmosfer oluşturmayı başarmış, az sayıdaki yazın insanından biridir İrfan Yalçın. Tüm bu vasıflarıyla Türkçe edebiyatın doruklarında temsil edilen iyi bir romancı, usta bir anlatıcıdır. Bana sorarsanız düşleri körükleyen, Zonguldak mecnunu bir şairdir en çok da. Yeraltındaki zifiri karanlıklardan şehrin ışıklarına, sokakların kalabalıklarından hepimizin yaşadığı dünyaya, oradan da tüm evrene hüzünler taşıyan şehrengizlerin piri muganı, iki katlı hüzün dolu ev için düş biriktiren ediplerle şuaranın sonsuzluk çizgisidir. Bir kent için “Acılarla ölümlerle yıkanan, anamdan sonra beni ikinci kez doğuran, sosyalizm gibi güzel şehir, Zonguldak, sana binlerce selam olsun!” cümlelerini kurmak her yazı erbabının harcı değildir kesinlikle. Kütüphanemde özel bir köşeyi oluşturan kitaplarının her biri, bencileyin bir yazı heveskârını yazınsal hazlar kadar Türkçenin çağrışım zenginliğinde de dolaştıran, yalnızca kent değil hayat üzerine bir kez, bir kez daha düşünmeye sevk eden çok değerli metinler içerir. O bir Zonguldaklıdır ama dünyalıdır en çok da. Zonguldak’ı “Sosyalizm gibi güzel şehir” tümcesiyle tanımlaması tam da bu nedenledir bence…
YÜZ AKI TÜRKİYE’MİN, ÇİÇEĞİ KÖKLERİNDE AÇAN AĞAÇ
Şu anlatım gücüne, çağrışım yüküne, hayal ve gözlem gücüne, bakar mısınız? “Bahar ölü doğar Zonguldak’ta. Denizin kustuğu oluk oluk sis Balkaya’yı tutsaklar, şişer savrulur, Site’yi bir anda ele geçirdikten sonra Devlet Hastanesi’nden aşağıya telaşla koşmaya başlar. Soğuksu, Ontemmuz Mahallesi, Çaydamar, Hoştepe ve Fener Mahallesini köpük köpük sabunlar. Titreyen bir kefene sarınmış gibidir artık Zonguldak, kiri pası görünmez olur bir süre, gözlerini açamayan çok içmiş sarhoşu andırır. Gece gündüz sis düdükleri çalar limanda, (Hayır, anılarda.) öyle alışır ki insanlar bu sis düdüklerine, gün gelip da çalmaz olunca onlar, büyük eksiklik duyulur, geceleri uyku tutmaz kimseyi.” Şimdi siz de kapatın gözlerinizi lütfen. Ruhunuzu Balkaya’dan yükselen sis bulutuna yükleyip yükselin kentin üstüne doğru. Biteviye çalan sis düdüklerinin -anımsayan var mı sahi- eşliğinde Uzun Mehmet anıtının boynu bükük yalnızlığında dolaşın bir süre, etrafını çevirip görünmez kılan yüksek katlı kâr hanelere benim gibi ilenin. Sisin zapt ettiği Site’nin üstünden ilerleyin kentin içine doğru, çekilmiş bir diş gibi yokluğu belli olan lavuarın, hiç onmayacak yara olarak kanayan Fevkani’nin izini takip edin. İçinizi kezzap gibi yakan anılardan sıyrılıp Üzülmez Vadisi boyunca ilerleyin derin yoksulluğun içine. Hüzünden öfkeye, merhametten dayanışma çabasına duygunun bin tonunda gezinin. Gövdenizi güneydoğu rüzgârlarına bırakıp Akapulko özentisi villalarla dolu Fener Mahallesi’ne, bir de, İrfan Yalçın’ın gözleriyle bakın. Sonra bir şiir dolayın dilinize: “En ağır işçisi Türkiye’min, / Sisler ve sirenler şehri Zonguldak, / Yağmurdan yorgun sokaklarında bir akşamüstü, / Seni arıyorum, sanki kuşlarla giden çocukluğumu, / Ve kömür yüklü bulutlar içimden, hüzünler devşiriyorum. // Yüz akı Türkiye’min, çiçeği köklerinde açan ağaç, / Ölümlerden gelip ölümlere giden şehir, / En derini emeğin, ekmeğin en namuslusu, / Yağmurdan yorgun sokaklarında bir akşamüstü, / Seni çoğaltıyorum içimde, sana saklanıyorum.”
İRFAN YALÇIN DENEN UMMANA BİR DALDIM, İLK SOLUKTA DA BOĞULDUM İÇİNDE
Hay Allah kahretsin, acemilik, iş bilmezlik böyle bir şey işte. Hem ölmekten, hem de yaşamaktan korkan “ilkyaz ölüsü” Zonguldaklı üç arkadaşın, bulutlarla, yıldızlarla oynar gibi arayıp bulduğu yaşamın şiirinin, ona kattığı zenginlikten söz edecektim sözde. Nihai amacım kahırlı bir günümde elime alıp, içinden bolca hüzün devşirdiğim “Sisler İçinden” kitabının bende çoğalttıklarını anlatmaktı. Ne onu, ne de diğerini becerebildim. İrfan Yalçın denen ummana bir daldım, ilk solukta da boğuldum içinde. Ucunu, başını kaçırdım yazının, sıra daha yazacaklarıma gelmeden üç sayfayı doldurdum. Kim bilir, ileride bir gün yine cahil cesaretime sığınır, ülkeye, kucaklar dolusu bahar getirmek için bir ömür harcayan İrfan ağabeyin, Türk edebiyatına bir manifesto olarak sunduğu o kitap için de bir şeyler yazmaya çalışırım. Çalışırım da, ortaya ne çıkar, bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, bir şey çıkarmak gibi bir derdim de yok. Niye mi ediyorum bunca lafı o zaman? Çok basit. İrfan ağabeyimi çok özledim yahu. Kökleri kentimin en derinindeki bilgeye bir de buradan selam çakayım dedim, hepsi bu vallahi…
Editör: Şeyma Kaya