Madenci bir babanın oğlu, Zonguldak Çomranlı köyü doğumlu Prof. Dr. Mehmet Çakmak, hayatını kaybetti.
Yakalandığı Parkinson hastalığı nedeni ile İstanbul Tıp Fakültesi’nden emekli Zonguldaklı Prof Dr. Mehmet Çakmak hayatını kaybetti. Çakmak’ın cenazesi İstanbul Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı önünde yapılacak törenin ardından Eyüp Sultan Camiinde kılınacak cenaze namazı ile Kilyos Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
Ortopedi alanında ilkleri başlatan Prof. Dr. Mehmet Çakmak, hastalığa yakalanmasını dönüm noktası olarak anlatmıştı.
Parkinson hastası olduğunu öğrendiği tarihi –belki de hayatının dönüm noktasını- 1991 yılı olarak aktarıyor. Parkinson olduktan sonra tıpkı iyileştirdiği hastaları gibi o da dört elle sarılmış yaşama. Aşık olduğu mesleğini yapmasına da hiçbir zaman engel olamadı.
AMELİYATTAN VAZGEÇMEDİ
“Ameliyatlara giriyor musunuz?” şeklindeki soruyu “Evet. Bazı vakalarda ekibin başında operasyona giriyorum” şeklinde yanıtlamıştı.
Medya Günlüğü yazarı Buket Başer 2018 yılında “İlklerin doktoru: Mehmet Çakmak” adlı yazısının ardından yeni bir yazı daha yayımlayarak Mehmet Çakmak’ı unutmadı. Başer’in yazısı şu şekilde:
Prof. Dr. Mehmet Çakmak, Türkiye’de ilk diz protezini yapan akademisyen doktor.
Çakmak’ın tek “ilk”i bu değil; ilk yeni doğan kalça ultrasonografisini uygulayan, Rusya’da İlizarov yöntemlerini öğrenip Türkiye’ye ilk getiren, ilk omuz ultrasonografisi yaptıran.
Bu liste uzayıp gidiyor… İlklerin doktoru Prof. Dr. Mehmet Çakmak, kiminin hocası, kiminin babası, kimine göre keçinin teki, kimine göre dünya tatlısı matrak biri. O bir kitap kurdu, araştırmacı, azimli, tuttuğunu koparan, dürüst ve çok sevilen bir bilim adamı. O benim Mehmet amcam, kayak arkadaşım, can dostum Mutlu’nun babası.
Henüz ne ona Parkinson ne de babama kanser teşhisi konmuştu birlikte kayağa gittiğimizde. Kızı Mutlu, Mehmet Amca ve ben…Mutlu ile araları biraz limoni idi o tatilde. Kızı babasına naz yapıyordu. Haliyle Mehmet amca bana kalmıştı, hiç de şikayetçi değildim halimden. Ben ona babamı anlatıyordum, o bana kızını. Hem gülüşüyor hem tartışıyorduk baba kız ilişkileri hakkında. O zamanlar sıkı kayakçıydım, Mehmet amca ve Mutlu da öyle. Ne sis tanıyorduk, ne tipi… Sabah pistleri biz açıyor, akşam biz kapatıyorduk…
Mutlu’nun düğününden sonra ilk kez geçen pazar akşamı gördüm onu, kızının düzenlediği emeklilik yemeğinde. Mesai arkadaşları, ailesi, öğrencileri ve kızı Mutlu’nun kontenjanından Zeynep, Nilay, ben ve uzaktan erişimle Hande… Prof. Dr. Mehmet Çakmak, hayat dolu pırıl pırıl gözlerle selamladı misafirlerini. Yapabilseydi gülümser, kucaklardı herkesi, iki espri patlatır, şakalaşır, anılarını tazelerdi. Bize de “Kızım çok şanslı, sizin gibi arkadaşları olduğu için, birbirinize kenetlenen elleriniz hiç ayrılmasın” derdi eminim…
Ne yazık ki artık çok az konuşuyor, o da zor anlaşılıyor. Yardımsız ayağa kalkamıyor, yürüyemiyor… Azminden, inadından eksilen hiçbir şey yok, bilakis daha da zorluyor kendini. İlermiş Parkinson hastalığına rağmen bu geceki sunumunu kendi yazmış tek tük klavyeye basan parmaklarıyla. Kendi seslendiremediği için bir öğrencisi ve torunu sesi oluyor Mehmet Çakmak’ın.
Sunumunu dinlerken sahnedeki kişileri değil, kenarda duran Mutlu’yu izliyorum. Gurur duyuyor babasıyla… Acaba babası mı onunla daha çok gurur duyuyordur böyle bir geceyi düzenlediği ve hık dediğinde yanında olduğu için,yoksa kızı mı? Mutlu’nun gözleri sulu sulu, nasıl olmasın ki? Hepimiz dişimizi sıkıyoruz ağlamamak için…
Yemek bitti eve geldim. Gözümü uyku tutmadı. Dedim ki benim bunu yazmam lazım, herkes bilmeli Prof. Dr. Mehmet Çakmak’ın hikâyesini, belki ilham olur başkalarına. Kalktım, hemen bir kahve yaptım ve oturdum bilgisayarımın başına…
Mehmet Çakmak, 1950, Zonguldak Çomranlı köyü doğumlu. Babası bir maden işçisi, annesi ise okuma yazması olmayan bir tarım işçisi.
Çocukluğunda köyündeki hayvanlara çobanlık yapıyor, oyuna dalıp hayvanları unutunca da annesinden dayağı yiyor. Gözü kara Mehmet Çakmak, büyüyene kadar anne babasının yüreği hep ağızlarındaymış. Neler yapmamış ki çocukken… Bir gün köyde iki kardeş sünnet olacak, sünnetçi önce büyük çocuğu çağırıyor, büyük çocuk korkup kaçıyor, sonra küçüğü kaçırıyor o da kaçıyor. Bizim Mehmet amca, o zamanki küçük Mehmet, gözü kara ya, diyor ki sünnetçiye “beni sünnet et, ben korkmam!” Akşam eve gittiğinde anne babası oğullarının sünnet olduğunu öğreniyor, şok!
Başka bir hikaye de Filyos Nehri’nde geçiyor. O zamanların küçük Mehmet’i yüzme bilmiyor ama cesur ya, gidiyor nehre ve korkulan oluyor, akıntıya kapılıyor. Ne var ki Allah’ın sevgili kuluymuş, akıntı onu sığ bir yere sürüklüyor, şans eseri kurtuluyor…
Mehmet amca Çomranlı köyü ilkokulunda okumuş. Çok ilgisiz bir hocası varmış. Mehmet Çakmak sunumunda hiç mizahı eksik etmeden şöyle yazmış: “O zamanlar okulun tek öğretmeni vardı, tüm sınıflara o bakardı, öyle bir öğretmendi ki neredeyse tüm mesai saatlerini köyün kahvesinde geçirirdi.”
Derken bir gün 4. sınıfta okula aklı başında Kadir Özdal isimli bir öğretmen geliyor ve kaderi değişiyor Mehmet Çakmak’ın.
Kadir Hoca ilkokul bitince Mehmet amcanın babasına gidiyor ve “bu çocuğu okutacaksın, sen okutmazsan ben okutacağım” diyor. Bu baskıya direnemeyen Mehmet amcanın babası, oğlunu ortaokula kaydediyor ki, o dönemde Çomranlı köyünde ortaokula kaydolan ilk çocuk Mehmet Çakmak oluyor. Bu durum diğer ailelere de örnek oluyor, onlar da yavaş yavaş oğullarını ortaokula göndermeye başlıyorlar. Sadece erkek çocuklar ortaokula gönderiliyor, maalesef ki uzun yıllar o köyün kız çocukları okutulmuyor ve meslek edinemiyor.
Mehmet Çakmak, önce Çatalağzı Işıkveren Ortaokulu sonra Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesinden derece ile mezun oluyor ve ardından ODTÜ’yü kazanıyor. Burada sükûtu hayale uğruyor. İlk sınavdan yüz üzerinden on beş alan Mehmet Çakmak bu durumu gururuna yediremiyor ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne geçiyor. Çomranlı Köyü’nün gözdesi Mehmet Çakmak, büyük şehirdeki ilk yılında tökezliyor. İlk sene 4 dersten geçiyor, bir dersten ikmale kalıyor, ancak dersin harcını yatıramadığı için bütünleme sınavına giremiyor. Hayatında ilk defa sınıfta kalıyor. Tam o sırada 68 öğrenci olayları oluyor, dersten borçlu geçme mevzuatı oluşturuluyor ve Mehmet amca tabiri caizse sınıfta kalmaktan yırtıyor.
1973 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim dalında asistan doktor olarak çalışmaya başlıyor. Hazırladığı tez ile “Hauzer” ameliyatının iyi bir tedavi yöntemi olmadığını kanıtlıyor ve çalıştığı istanbul Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği’nde bir daha Hauzer ameliyatı yapılmıyor. 1985 yılında doçent oluyor. 1987 yılında İngiltere’ye gidiyor, diz protezini öğreniyor ve Türkiye’de ilk diz protezini uygulayan doktor oluyor.1991 yılında doçentlik kadrosuna atanıyor, aynı yıl Parkinson hastalığına yakalandığını öğreniyor. 1992 yılında profesör oluyor.1993 yılında Rusya’ya gidiyor ve İlizarov yöntemlerini öğrenip Türkiye’de ilk uygulayanlardan biri oluyor.
1996 yılında ana bilim dalı başkanı seçiliyor. O engel tanımayan bir bilim adamı… Şimdilerde kitap yazıyor Mehmet amca. Bu sene Springer’da çıkacak olan “Basic Technigues for Extremity Reconstruction” kitabında İlizarov tarihçesini anlatacak Levent Eralp, Cengiz Sen, Halil İbrahim Balcı ve Melih Civan’la birlikte.
Gecenin sonunda bu yollarda beraber yürüdüğü Prof. Dr. Ünsal Domaniç şahane bir konuşma yapıyor. Konuşmasının sonunda diyor ki:
“Mehmet’e emeklilik hediyesi olarak Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi kitabını aldım. Tam 3 cilt. Emekliliği boyunca o kitabı anlamak için didinip duracak ama asla anlayamayacak. Çünkü o felsefeye hiçbir bir yatkınlığı olmayan biridir. Bu ona emeklilikte yapılacak en büyük kötülüktü ve bunu zevkle yaptım. Öpüyorum seni…”
Bütün salon kırıldık gülmekten. Eminim Mehmet amca da içinden çok gülmüştür. Tam ona göre bir arkadaş, bayıldım ben de.
Prof. Dr. Mehmet Çakmak Parkinson hastalığına rağmen mesleğine, öğrencilerine, hastalarına, ailesine ve en önemlisi yaşama dört elle sarılmış bir bilimi adamı. Emekli olsa da okumaya, araştırmaya ve olabildiğince yazmaya devam edeceğine inancım tam! Kendisine yaşamının ikinci baharında mutluluklar diliyorum.
Sevgiyle kalın,