Merhaba, değerli okurlar. Önceki yazımda belirttiğim gibi cumartesi günleri köşemi sizden gelenlere, şiire, edebiyata ayıracağım. Çağrıma kulak verenlere teşekkür ediyorum.
Önce biraz duygulardan bahsedelim. Günümüzün sistemsel sorunu ‘yalnızlık…’ Kimsenin kimseye zamanı yokmuşçasına bir hayatı koşuyoruz. Daha çok, daha çok… bu baskının altında eziliyoruz, hepimiz. Kapitalizmin sistemsel tahlillerini yapmayacağım şimdi ama ne yazık ki sistemli bir yalnızlığın içindeyiz, yalnızlaştırılıyoruz.
Okumak bizi çoğul yapar. Üzüntü, nefret, sevinç, aşk ve diğerleri… Duygularımız hep vardı ve her zaman var olacak. Bir yazar, bir şair aslında bizlerle yalnızlığımızı paylaşır. Onlarca ağızdan, onlarca açıdan bize bakar; bizi anlatır.
Bir başına değilsiniz, duygu denizinin ortasında boğulayazarken. Okuyun, derdinize ortak bulacaksınız.
Yaptığım çağrıya ilk kulak verenler… Sistemli yalnızlığın içinde omuz verenler… Güzel insanlar biriktirmişim, daha doğalgazın gelmediği, kömür kokan yıllarda. Henüz paylaşamadıklarım için affınıza sığınıyorum. Sevgili Dilan, Merve ve Necip’e teşekkür ediyorum ve onların kelimelerini sizlere sunuyorum.
Limanı Göremiyoruz – Ezgi Dilan Aydın
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim, akarsuyun, meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı..”
Sevgili Sencer, sosyal medyadan çağrını aldım! Davetine icabet etmekten seninle yeniden buluşmaktan son derece mutluyum. Hem seni hem de senin vesilenle memleketimi, Zonguldak’ı özlemle kucaklıyorum.
Bana gençler mutsuz ve kırgın dedin, haklıydın. Ben bir yenisini daha ekliyorum gençler ışıksız! Ucu bucağı belirsiz bir karanlıkta kaldık. Yeni güne başlamak için ışık lazım, nefes almak yalnızca fiziksel varlığını bir süre daha devam ettirmek. En dibi yaşıyoruz. Kendine yabancılığın sınırsız olma hali, duvarlar üstünden atlarken düşüp kanattığımız dizlerimiz, çarpılan kapıların akıttığı burun kanaması… Bunu iki yıl mesleğini yapmaktan mahrum kalmış biri olarak iliklerime kadar hissediyorum.
Kavramlar anlamlarını yitirdi. Başarılı ve nitelikli olmak bir anahtar olmaktan çıktı. Beni uzun süre üzerine düşündüren bir anı, paylaşmak istiyorum. Memleketinden zorunlu sebeplerle yeni gelmiş inşaat işçisi bir meslektaşım sağlık raporu almak için çalıştığım kliniğe geldi ve utana sıkıla aslında meslektaş olduğumuzu söyledi. Gözlerinde gördüm, ona zorla yerleştirilmiş başarısızlık/değersizlik ve yer edinememe hissini. Sen niye utanıp sıkılıyorsun, sağlık halka hizmettir sen bu hizmeti veremiyorsan bu senin ayıbın değil, dedim. Ortada bir utanç vardı ama bu hepimize aitti ve bizler hep birlikte altında eziliyorduk. Art arda yüzümüze kapılar kapanıyordu.
Ne yazık ki her şeyin farkındayız! Gençlik sanılandan çok daha zeki ve her şeyin farkında. Bu yüzden ne okumak ne çalışmak istiyor. Okuduğunda da bir kapıyı çaldığında da sonunu biliyor. Piramidin en üstüne ulaşmak, kendini gerçekleştirmek bizler için imkansız. Beslenme ve barınmayla hak ettiğimizin çok daha azına ulaşmak için zorlu bir mücadele veriyoruz.
Anlamak için rakamlara, verilere değil sokağa çıkıp insanlara karışmaya ve nabzı tutmaya ihtiyaç var, içinde bulunduğumuz durum zaten apaçık ortada. Daha fazla can sıkmadan sözü kısa keseyim. Dilerim bu yıpratıcı süreç biz gençlere motivasyon olarak geri döner ve birgün yeniden daha güçlü inşa oluruz.
Nazım’la başladık, Nazım’la bitirelim.
“Gün daima bulutta kalmaz.
Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzeli”
***“Sen niye utanıp sıkılıyorsun, sağlık halka hizmettir sen bu hizmeti veremiyorsan bu senin ayıbın değil…” Dilan’ın yazısındaki bu kısım, üzerinde durulması gereken bir nokta aslında. Gerçekten yetersiz miyiz yoksa bir şeyler yanlış mı gidiyor?
Birbirine kuvvetle bağlı birçok etken var, diyebilirim. Hz. Ali diyor ya “Derdin kendindendir, bilmiyorsun. Derman yine sendedir, görmüyorsun. İçine koca bir âlem yerleştirilmiş. Kendini hâlâ küçük bir şey mi zannediyorsun?” Tek başımıza küçüğüz ancak bir bütünün parçası haline geldiğimizde “ayıpları” giderecek kadar güçlü olabiliriz.
Ya Başka Bir Yol Mümkün Olsaydı? – Merve Ersavaş
“…
Gün olur
Başıma kadar güneş
Gün olur
Başıma kadar mavi
Gün olur deli gibi
Gün olur alır başımı giderim”
….”
Bir fısıltıyla; günümü aydınlatan bir çağrıyla gözlerimi açtım yeni güne, daha aydınlık ama olabildiğine kirli, karmaşık bir şehirde. Daimî dostum, güzel yol arkadaşım Sencer’in selamını aldım. Uzun zaman önce ardımda bıraktığım ama kendimi hala anılarından, adını anmaktan alıkoyamadığım Zonguldak ile bir kez daha kesişti yolum.
Var olsun güzel insanlar, dostlar.
İnsan; ilk yolu düştüğü zamanlarda fark etmiyor belki, bambaşka bakıyorsun yeni ayak bastığın topraklara, insanlara… Zaman geçtikçe öğreniyorsun içinde yaşadığın toprakların gerçekliğini, umutlarını çoğu zaman da umutsuzluklarını belki, hayallerini ve kırılmışlıklarını. Aynı sıralarda oturduğumuz vakit tanıştım ben aslında kölelik ve hatta modern kölelik kavramıyla. Nedense işçilikten, karanlık madenlerden, canını dişine takmış kömür karası babalardan, yerin altındaki abilerden ve kardeşlerden dolayı benim aklımda bu güzel şehirle ilintili olmuştu hep bu kavram.
Tanımlar içleri doldukça güçlenir, anlam bulur, öyle de oldu.
Yabancılaşmanın; kendine, topluma ve yaptığın işe yabancılaşmanın aslında yalnızca ağır işlerle ilintili olmadığını, hayat ve ölüm arasındaki riskli bölgenin topraklarında dolaşmasan da aslında zaman içinde köleleşebildiğini çok sonraları fark ettim. Daha okul sıralarında başlıyordu bizim kendimize yabancılaşma sürecimiz. Belirli kalıplara, kurallara ve gruplara dahil olma, dahil edilme çabası minik kalplerimizde yer ediyordu daha çok küçükken.
Aynı metni, aynı yazı biçimiyle yazmaya çalışırdık o günlerde tıpkı zaman geçtikçe toplumun diğer kalıplarına da sığmaya çalıştığımız gibi. Şimdilerde fark ediyoruz aslında bizden öncekilerle, aynı hayatın farklı sürümlerini yaşamak üzere yetiştirildiğimizi. Her şeyden önce kendimize yabancılaşıyoruz ortak dediğimiz mirası taşımaya, yaşatmaya çalışırken. Modern kölelik dediğimiz gerçeklik ya indiğimiz madenlerle, yaşadığımız puslu şehirlerle ya da büyük plazalara hapsolmamızla ilgili değilse? Gerçekten tek rutinimiz mesai saatlerimiz miydi? Doğumumuzdan bu yana; bize öğretilen, dayatılan, kafamıza kazınan yaşam tarzını, doğruları ne zaman sorguladık? Modern kölelik yalnızca maaşlarımızla, işlerimizle ve çalışma saatlerimizle ilgili olsaydı eğer çok daha nevi şahsına münhasır olurduk belki. Her şeyi kendimiz inşa eder, benliğimizin kıymetini anlar ve her günümüzü aynı beklentilerle -başkalarının bizden bekledikleriyle- geçirmeye kıyamazdık, kim bilir. Tüm bu gerçekliğe, bugünkü gerçekliğimize biraz da herkes tarafından sürüklenmişken, hiçbir şey yapamasak bile en azından bu soruyu sormayı kendimize borçluyuz.
Ya başımızı alıp gidebilme, kendi benliğimizi her şeyden ve herkesten bağımsız yeniden inşa edebilme şansımız varsa?
Ya başka türlüsü mümkünse?
***Sanayi devrimi ile birlikte üretim biçimi ‘seri üretime’ hızlı bir kayma yaşadı. El emeğine dayalı üretimde, bir bilgi ve bu bilginin kuşaktan kuşağa aktarımı söz konusuydu. Ancak sanayi devrimi, üretim hızını arttırarak, yani birim zamanda daha çok mal üreterek bunun önüne geçti ve fabrika bantlarında çalışanlar bir bütünün sadece parçalarını ürettiler / üretmeye devam ediyorlar. Bir ayakkabı ustası, fabrikada ayakkabı yapmadı. Biri deriyi büktü, biri kalıbı bastı, biri taban çaktı… Yıllar içinde ayakkabı ustası kalıpçı oldu, tabancı oldu. Nihai ürüne yabancılaştı. Bantlarda durum böyleyken günümüzde plazalarda bin bir çeşit unvan doğdu. Ayakkabı ustası, ayakkabıya, plazadaki beyaz yakalı ilgilendiği alana yabancılaştı. Yani nihai ürün, verilen hizmet; ne üreticisi ne de sağlayıcısı tarafından bilinir oldu. Hayat kavgası bizi, bizden uzaklaştırdı. Balkonumuzun köşesine yuva yapan kuşu tanıyamadık. Çünkü kafamızı kaldırıp sokağa bakamadık. Bence ne gitmeye ne de başlangıca ihtiyacımız var. Küçük bir hareketle, fark etmeye ihtiyacımız var. Ulrich Beck bahseder, yanlışlıklar, sorunlar, sıkıntılar… yani insanın içinde bulunduğu (zaten var olan) riskleri sorgulamasıyla / fark etmesiyle dönüşüme uğrayacak; çözüm bu farkındalıkla gelecek…
Hoş geldin - Necip Fazıl Uzun
Öylesine özlemiştim ki sevilmeyi,
Öylesine hasrettim ki beni seveni sevmeye,
Gezdim cümle alemleri,
Aradım, “seni” her durakta,
İki solukta ve her sokakta.
Ne sevdiğim vardı onca kalabalık şehirlerde,
Ne de sevenim, ışıltılı caddelerde,
Yalnızdım: kimsesiz, sevgisiz ve sensiz.
Ve bir ses geldi rüzgarlarla kulağıma,
Öylesine hırçın, öylesine asi ve öylesine delidolu
Hırçınlığına katıldım, asiliğine teslim oldum
Ve delidoluluğunda hayat buldum.
Anladım “o” sensin sevgilim,
Beklediğim, aradığım, hasretiyle yandığım sevgilim.
Meğer hırçınlığın esasen masumiyetmiş,
Asiliğin yara almamak için bir sipermiş,
Ben seni böyle sevdim sevgilim.
İster asi, ister hırçın, ister küçük çocuk masumiyeti,
Ben seni her halinle sevdim
Sevgilim.
***Şiirlere söyleyecek çok söz bulamam. Bu anlamda Attila İlhan’ın yanlış hatırlamıyorsam, bir şiir kitabı hariç hepsinde “Meraklısı İçin Notlar” bölümü vardır. Şiirin ruhunu biraz da şairi anlatınca alınır ya da en azından katkısı olur. Beck, farkındalık diyordu; hissetmek fark etmeyi doğurur, diye düşünüyorum. Hissettikçe farkına varacak, güzelleştireceğiz yaşamayı.
Ben de bir şiirimi paylaşayım değerli okurlarım…
Mutsuzluğa da varım – Ali Sencer Arslan
ben kendimi mutlu edemiyorum
birini mutlu edebileceğime
sadece inanmıyorum
kaç kere gördün saydın mı
gece kulüpleri pahalılığı gülüşleri
satın aldığında mutlu muydun
gecesi yataklar çoklara bölerken
rüyaları ve yumurtaları güldün mü
önemli mi
yaklaşık on bir saat sonra
düşünmedin mi yine
vazgeç artık bunan
düşünmek standartlara aykırı
birini sevmeyi düşünüyorum
standartlar bir khk ile
yürürlükten kalkıyor
mutsuzluk gülümsüyor utanmaz hareket çekiyor
kim mutsuzluğa olur ki
ben de cemal değilim
ama yok da değilim her şeye
Çağrı
Siz de yazıyorsanız, yazdıklarınızı okutmak; birine ışık, ortak veya yoldaş olmak istiyorsanız bana ulaştırın. Her cumartesi Zonguldak’ın Kalemi’nden yazalım.