Zonguldak Nostalji sayfası editörü Yüksel Yıldırım, Zonguldaklı iş insanı Süleyman Sırrı Barlı ailesinden Ziraat Bankası Gazipaşa merkez şubesine dönüşen evin ilk hikâyesini, Zonguldak'ın ilk gazetecisi Tahir Karauğuz’un ikamet ettiği ve aynı ahşap evde dünyaya gelen oğlu Zonguldaklı yazar Doğu Karaoğuz’un kaleme aldığı o yeri ve Zonguldak çarşısının hikayesini yazdı.
İŞTE O YAZI:
“ZİRAAT BANKASI YIKILIRKEN!
Zonguldaklı iş adamı Süleyman Sırrı Barlı'nın inşa ettiği üç katlı ahşap müstakil evle başlayan o yerin hikâyesi, yıllar sonra yerine gelen beton yapının, yenisi yapılmak üzere yıkımına başlamasıyla (16 Ekim 2024), başka bir rüzgara karşı tekrar yelken açıyor.
Barlı ailesinden Ziraat Bankası Gazipaşa merkez şubesine dönüşen evin ilk hikâyesi…
Bir zamanlar, Zonguldak'ın ilk gazetecisi Tahir Karauğuz’un ikamet ettiği ve aynı ahşap evde dünyaya gelen oğlu Zonguldaklı yazar Doğu Karaoğuz’un kaleme aldığı o yerin ve Zonguldak çarşısının hikayesi…
Zonguldak, 1940’lı yıllar…
1936 yılında, zamanın ünlü yazarı Hüseyin Câhit Yalçın’ın (1875-1957), Zonguldak “Türk Kanadı” dergisinde çıkan “Zonguldak İntibâları (İzlenimleri)” başlıklı yazısı şöyle başlıyor:
“Zonguldak’ı görmemiş İstanbulluların hayalinde bu yeşil ve sevimli şehir, kömür tozları arasında kararmış sıkıntılı bir sima ile yaşar. Vapurumuz beni ilk defa Zonguldak’a yaklaştırdığı vakit, Boğaz’ın içinden kopmuş, fakat uzaklaştıkça daha büyümüş ve yeşillenmiş muhteşem bir manzara ile karşılaşınca, içime hayret ve sevinç hislerinin dolduğunu gördüm…”
Zonguldak’ın usta kalemi İrfan Yalçın ağabeyimiz “İçimdeki Zonguldak” adını taşıyan kitabında ise şöyle anlatır Zonguldak’ı:
“Kışın, hüzün ve yorgunlukla; ilkyazda, yağmurlara karışan kuşlar ve kuş sesleriyle; yazın, reçinenin ve güneşin kokusuyla; güzde, baygın sarılar ve şuruplaşmış kırmızılarla dolup taşan bu orman kim bilir kaç kez alt-üst olmuş, kaç kez ölüp dirilmiştir? Ölen milyonlarca ağaç, ormanın olanca döküntüsü, bir gölge gibi akıp toprağın içine, kömürleşmiş, yüreği oldum olası didiklenecek olan sancılı bir kenti, Zonguldak’ı yaratmıştır. Nasıl üşüşürse bal damlasına karıncalar, öyle üşüşmüştür ona insanlar… Altı da, üstü de çalışanlarla dolu olan ve yalnız alnının teriyle yaşayan bu kent, ‘çiçeği köklerinde açan bir ağaç’ gibidir.”
“SANIRLAR HER YANI TOZ TOPRAK”
Eski günleri anarken, ben de 1950’li yılların, bundan 70 yıl kadar öncesinin Zonguldak’ından, daha doğrusu çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim günlerden söz etmek isterim:
Bir şehir bilirim,
Caddelerinden kömür trenleri geçen.
Ve o tatlı bahar günlerinde
Uzaktan gülümseyen…
Bilmeyenler bu kömür diyarını
Sanırlar her yanı toz, toprak…
Aslında öyle değildir
Memleketim Zonguldak!
Benim doğmuş olduğum ev, yani bir zamanlar büyük dedem Ahmet Ali Ağa’nın Zonguldak çarşısı içinde yaptırdığı üç katlı ahşap ev, Gazipaşa Caddesi’nin en merkezî yerindeydi. Şimdi yerinde Ziraat Bankası binasının yükseldiği o evin karşısında, Evkaf Apartmanı, Mavi Köşe Pastanesi ve Ali Tat Pastanesi bulunurdu (O yıllarda İstanbul Pastanesi henüz açılmamıştı). Bunların arasında bir berber dükkânı ve bir GoodYear lastikleri satıcısı vardı benim bildiğim.
Hepsini çok iyi anımsıyorum; çünkü doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim bu evde, başımı pencere camına dayadığım zaman hep bunları görürdüm. Hatta okuma-yazma öğrenmeden, bu dükkânların tabelalarındaki yazıları hecelemeye başlamıştım.
Yanda bir küçük penceremiz daha vardı caddeye bakan. Oradan baktığımda, karşıma bir dişçi levhası çıkardı: “Hayati Dişçi”. Levhanın yanında küçük bir yazıyla dişçinin soyadı yazardı: “Akgez”. Hayati Akgez’i yaşamımda hiç görmedim, tanımadım; ama bu tabeladan onu çok iyi biliyordum.
Evimizin cadde üzerindeki girişinde ise, bir manav (Manav Sabri), bir berber dükkânı (Berber Sabri), bir saatçi ve kapısının üzerinde kocaman harflerle “Hakkı Ağabey” yazılı bir bakkaliye ve şarküteri dükkânı vardı. Sonra, yanındaki binada, sinemacı İsmail Hilâlcı’nın yazıhanesi, bir ekmek fırını ve bir de eczane olduğunu anımsıyorum.
Biz, evimize arka taraftan girer, çıkardık. Arka tarafta (Eski adı Nizam Caddesi, şimdiki adı Tahir Karauğuz Caddesi olan yerde), küçük bir bahçemiz ve babam Karauğuz’un 1936 yılında yaptırdığı “Zonguldak Karaelmas Yazım-Basımevi” yer alırdı. Bu bahçede, içinde ördeklerimizin yüzdüğü küçük bir havuz, bir su kanalı ve bir su kuyusu bulunurdu. Bu dar alanda ve yan taraftaki küçük yolda, çift kale maç yapardık mahalledeki çocuklarla…
Çarşı içinde, kapkara dumanları bütün çarşıyı kaplayan lokomotiflerin ve kömür yüklü vagonların geçtiği iki demir yolu hattı vardı. Bu vagonların üzerinde, erkek ve dişi üreme organlarının tebeşirle argo karşılıkları yazılı olurdu genellikle. Çarşı içinde yeni büyümekte olan çoluk-çocuk ilk cinsiyet kültürlerini bu yazılardan almışlardır.
Bazen şimendiferler çarşı ortasında durur, bembeyaz dumanlarıyla istim (buhar) bırakırlardı; onlar hareket edinceye kadar karşıdan karşıya geçilemezdi.
Bizim evin üst katları tamamen ahşap olduğundan, tren geçerken deprem olmuş gibi iyice sallanırdı. O kadar alışmıştık ki bu sallantılara, geceleri uykumuzda sadece bir beşik etkisi yapardı, o kadar. Yusuf Ziya Ortaç’ın aşağıdaki dizeleri sanki o ev için yazılmıştır:
Dedemden yadigâr olan bu evi
Kışın fırtınası, yazın alevi
Daha ben doğmadan ihtiyarlatmış.
Uzak hülyalara bazen dalar da
Düşünür, derim ki bu odalarda
Kim bilir kaç kişi oturmuş, yatmış?
ZONGULDAK ÇARŞISI...
1950’li yıllarda, bizim evden, Gazipaşa Caddesi’ne çıkıp Yeni Cami tarafına doğru yürürsek, sol tarafta Bakkal İlyas, Kasap Mithat, manifaturacılar, tuhafiyeciler, bir manav, bir helvacı, çeşitli dükkânlar, saatçi Osman Gürdal, Philips bayii Mehmet Hilmi Gürol, fotoğrafçı Ziya Aralve daha ileride “Yağcılar” adını taşıyan, o günlerin AVM’si diyebileceğimiz büyük bir mağaza yer alırdı. Ondan sonraki yolun başında ise, kırtasiyeci Nihat Yetman. Daima gülen yüzüyle Nihat Abi’yi çok severdik ilkokul günlerimizde. Onun, 1 Ağustos 1954 günü olan büyük selde yıkıntı altında kalarak öldüğünü öğrendiğimizde çok üzülmüştüm.
Caddenin sağ tarafından yine aynı yöne doğru yürürsek, Aşağıçarşı denilen bir yol Balıkhane tarafına doğru sapar. Bu yolun başında Zaman Bakkaliyesi bulunurdu. Yol ayrımında ise, kavrulan kahve kokusunun uzaktan bile burnumuza geldiği Kurukahveci İsmail İpek’in dükkanı. Daha ilerde de, Mehmet Zeki Erman’ın “Mektepliler Pazarı” karşımıza çıkardı. Mehmet Bey, güleryüzlü, beyaz saçlı, pembe yanaklı tonton bir adamdı.. Daha sonra, şehrin ilk sineması, İsmail Hilâlcı’nın “Zevk Sineması” vardı sırada. Tamamen ahşap, geride aileler için locaları olan ve bütün koltukları cilalı güzel bir sinemaydı orası. İlk Tarzan filmlerini, Baytekin’leri, afişlerinde “36 kısım, tekmili birden” yazan, bayıldığımız o kovboy filmlerini hep bu sinemada seyretmiştik çocukluğumuzda.
Bizim evden çıkıp, liman tarafına doğru yürüyelim bu sefer: Sağ kolda, terzi Yekta’nın, manifaturacı Şeref’in dükkânları, şehrin bütün bilardocularının uğrak yeri Kristal Kahvesi ve Maden Dairesi vardı. Daha ilerde ise bir bakkal dükkanı, adı: “Bokoğlu!” Bu ismi nereden, niçin almıştı, bilmezdik; sanırım ilginç bir kişiliği vardı bu adamın. Bu arada, fotoğrafçı Mehmet Civelek, ünlü Taflan Kahvehanesi, bir börekçi, biraz ilerde Hacı Kerim’in lokantası ve “Nazif Aytan Kitapevi”. Nazif Bey de bir trafik kazasında ölmüştü o yıllarda, fakat kitapevi uzun yıllar onun adıyla anıldı. Orası, şehrin bütün kitap meraklılarının buluştuğu bir yerdi sanki. Yabancı dergi ve kitaplar da satılırdı.
Liman tarafına doğru bu sefer sol kolda yürüyüp turumuzu tamamlayalım: Bu tarafta, Zonguldak şehrinin ilk özel bankası, Şefik Kâmil Efes’in “Efesbank”ı, şehrin ilk fotoğrafçısı Nazım Baysal vebir de Tütüncü Rahmi vardı anımsadığım. Aynı sırada, ileriki yıllarda Garanti Bankası açılmıştı; bir de şehrin ilk gece kulübü: “Petek Kulüp”. Ayrıca, gri renge boyanmış bir büyük kamu binası vardı: İller Bankası.
Daha ilerde, Aksaray denilen bir büyük binada “Kız Sanat Enstitüsü”; arka tarafında, Çakaloğlu apartmanı ve Zonguldak’ın ilk bilardo salonu: “Çağlayan”. Ön tarafta ise, Hükümet Meydanı ve bütün haşmetiyle Atatürk heykeli.
Eski hükümet binası anlatmakla bitmez, çok görkemli bir yapıydı. Arka tarafı, şimdi yerinde yeller esen, limandaki teknelerin uğrak yeri iskeleye kadar, içinde İsmet İnönü’nün heykelinin de yer aldığı yemyeşil bir bahçe ve park görünümündeydi. Bir de deniz tarafında kaydıraklarıyla, salıncaklarıyla bir çocuk parkı vardı, hep gittiğimiz…
Zonguldak’ın eski Hükümet binası ve Hükümet Meydanı (1954).
Hükümet Meydanı’nda, hafta sonu tatillerinin başlangıcı ve bitiminde bir askerî bando İstiklâl Marşımızı çalar, Gazipaşa Caddesi’nde trafik hemen durduğu gibi, bütün insanlarımız da hazır ol vaziyetine geçerek, göndere çekilmekte veya indirilmekte olan bayrağımızı saygıyla selamlardı.
İskele, çeşit çeşit kayıkları, motorları, mavnaları, gelip giden yolcuları, eşya taşıyan hamalları, küfecileri, yüklenen veya yüklenmekte olan çeşitli mallarıyla devamlı olarak dolup taşan, insan kaynayan bir yerdi. Hele, Anafartalar, Etrüsk, Tarı gibi yolcu vapurları limana girmeyip açıkta demirlediğinde, yolcuları taşıyan sandalların iskeleye yanaştığı günlerde…
Gemiler gelir, gemiler kalkar bu limandan.
Ay ışığı bilmeyen, güneşi görmeyenlerin
Alın teriyle işleyen gemiler…
İlhan Geçer
Gazipaşa Caddesi’nin, Hükümet binasının karşısındaki sağ tarafında, İş Bankası, Madenci Maksut Çivi’nin yazıhanesi, Alkaya Pastanesi ve daha sonra Belediye’nin yerleştiği Zonguldak Halkevi vardı. Halkevi Sineması, şehrin en yeni, en modern sinemasıydı o yıllarda. Daha ilerde, Postane, Madenci Ali Barlı’nın apartımanları ve limana doğru en sonlarda eski Belediye binası yer alırdı. Limana doğru giden yolun başında, sonradan yıktırıldığını öğrenerek çok üzüldüğüm tarihî ve görkemli bir yapı yer alırdı: “Sahil Sıhhiye Merkezi”.
“ZONGULDAK ANLATMAKLA BİTMEZ”
Zonguldak anlatmakla bitmez; ben sadece çocukluğumu geçirdiğim yakın çevreyi yazdım. Aslında, sadece Gazipaşa Caddesi ve yan sokakları değil, yukarıya, tepelere doğru, Hoştepe ve Rüzgârlımeşe’ye kadar, bugünlerde betonlaşmış, ancak o eski günlerde her tarafı yemyeşil olan o alanlar bizim oyun sahalarımızdı.
Şehrin ilk yerleşim yerlerinden biri olan Soğuksu semtini pek bilmezdim. Sadece, Mehmet Çelikel Lisesi’ne gidip geldiğimiz günlerde yürüyerek geçtiğimiz bir yerdi orası.
Büyük dedem Ahmet Ali Ağa’nın Aşağıki Ev ve Yukarki Ev diye adlandırdığımız iki evini birleştiren Ahmet Ali Sokağı üzerinde, Barlı ailesinin çocuklarının, torunlarının evleri bulunurdu. Bu sokağın hemen başında, İsmail Hilâlcı’nın, içinde fıskiyeli havuzları, çiçeklerle bezenmiş su kanalları bulunan modern yazlık bir sineması vardı: “Hilâl Sineması”. Bu sinemanın bahçesi, kışın koltukları kaldırıldığından, bizim top sahamız olurdu. Karlı kış günlerinde, Ahmet Ali Sokağı’ndan çarşı içlerine kadar şimşir ağacından yapılmış kızaklarımızla kaydığımız o günler artık çok gerilerde…
Yukarlardaki bahçelere, tarlalara kadar, ağaçlarından daha olmadan meyvelerini kopardığımız, düzlüklerinde top koşturduğumuz her yer bugün beton binalarla dolu olsa da, tatlı anılarımızdaki yerini halâ koruyor… Hele çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim ev!..
Bir ev vardı çarşının ortasında,
Üç katlı ve ahşap.
Tahtaları güneşten kavrulmuş,
Duvarları çatlak…
Simsiyah dumanlarıyla
Ciğerlere zehir taşıyan
Kömür trenleri geçerdi caddeden.
Ve o üç katlı ev
Deprem olmuş gibi sallanırdı,
O trenler geçerken…
Biz “Aşağıki Ev” derdik o eve.
Artık her köşesi o evin
Sâdece hayâlimde…
(Doğu Karaoğuz)”