Bugün sizinle iki eski fotograf karesini paylaşmak ve hikâyelerini anlatmak istedim. Bu fotograflardan biri 1915 yılında Gelibolu yarım adasında çekilmiş. Diğeri ise 1935 senesinde, Bolu’da gerçekleşen bir törene ait. İlk bakışta bu iki fotograf arasında bir benzerlik, bir ilinti bulmak zor gibi gözükse de ,bu iki fotografın ortak bir noktası var. Hem de sizinle, benimle, hepimizle yakından alakalı bir ortak nokta… Zonguldak!!!

İlk fotograf karesinde gördüğünüz çadırın etrafında toplananlar, Ereğlili madenciler. Fotograf Genelkurmay arşivinden Çanakkale Savaşı’na ait bir belge.

Gelelim hikayesine. Çanakkale Savaşı’nın dünya savaş tarihi içinde özel bir yeri var. Çünkü deniz, kara ve hava savaşının aynı anda sürdüğü ilk büyük savaş olarak tarihe geçiyor. Savaş tarihinde ilk defa Çanakkale Savaşı’nda hepsi aynı anda olmak üzere; havada uçaklarla, denizde savaş gemileri ile, karada top tüfek ve süngülerle, denizlerin altında denizaltı gemileri ile yoğun çarpışmalar yaşanıyor. Fakat o esnada gözden kaçan bir savaş alanı daha var. O da yerin altında devam ediyor; Lağım Savaşları!!! İşte bu fotograf da onun izlerini taşıyor.

Çanakkale Savaşı’nda cephe kuzey ve güney olmak üzere iki bölgeye ayrılmıştı. Arazi yapısına bakacak olursak güney geniş düzlüklerden oluşur. Siperler arası mesafe 300 metreye yakındır. Bunun sonucu olarak da İtilaf Devletleri denizden ve karadan topçu kuvvetinden destek almaktaydı. Ancak kuzeyde ise durum biraz farklıydı. Engebeli arazi yapısı ve birbirine oldukça yakın oluşan siperler nedeniyle düşman kuvvetleri bu desteği alamadılar.

Kuzey cephesinde  siperlerin bu kadar yakın olması ve hücum ile arazi kazanmak imkânı bulunmaması, her iki tarafın da farklı taktikler denemesine sebep olmuştu. İşte bu savaş taktiklerinden biri de lağımcılıktı. Toprak altından siperlerin altına doğru lağımlar, yani tüneller kazılır ve tam siperlerin altına gelindiği zaman oraya dinamit koyarak düşman siperleri havaya uçurulurdu.

Türk askerlerinin hazırladığı ilkel bir alarm sistemi vardı.

Düşmanın kendilerine doğru kazdığı lağımları önceden anlayıp tedbir alabilmek için metrelerce uzunlukta demir çubuklar siperlerin içine çakılır, üstlerine konserve kutuları yerleştirilirdi. Bu sayede, düşman birlikleri Türk siperlerine doğru toprak altından tünel kazdığında,  oluşan titreşim demir çubukların ucundaki konserve kutularını hareket ettiriyor ve saldırı önden farkediliyordu.

Lağımcılık ilk defa Çanakkale Savaşı’nda kullanılmamıştır. Tarihe baktığımızda Osmanlı’nın farklı dönemlerde bu taktiği kullandığını görüyoruz. Bu işlerle ilgili olan Lağımcı Ocağı, özellikle kale kuşatmalarında önemli bir işleve sahipti. İstanbul'un Fethi (1453), Rodos'un Fethi (1522), I.Viyana Kuşatması (1529), Lefkoşa ve Magosa Kuşatmaları (1571), II. Viyana Kuşatması (1683) esnasında lağım patlatmaları olduğu bilinmektedir.

Çanakkale'de lağım savaşı başladığında iki tarafın da istihkâm sınıfları yeterli olamamış, müttefikler İskoçya'daki madenlerden, Türk tarafı da Ereğli’de bulunan ocaklardan usta ve işçiler getirterek bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İki taraf da sürekli olarak tünel sistemleri kurarak birbirlerinin mevzilerine saldırılar düzenlemişler; bu tünellerde görev alan madenci ve askerler toprak altında inanılması güç koşullarda karşılaşarak, kazma, kürek ve hafif silahlarla göğüs göğüse savaşmışlardır.

Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Savaşı’nı anlattığı bir şiirinde der ki:

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağım.


Atılan her lağımın yaktığı, yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,

O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer.”

Lağım açmak bir sanat haline gelmişti. Askerler deneme yanılma metoduyla en iyi lağım kazma usûllerini keşfediyorlardı. Lağım açma işinde çalışan bir İngiliz eri yaşadıklarını savaştan sonra şöyle anlatmıştır: “Yeraltında çalışmak hoş değildi. Ellerin ve dizlerin üzerinde emeklemek zorundaydın. Madenciler toprağı kum torbalarına doldururlardı. Bir ucunda bir ilmek olan kum torbaları vardı. Bu ilmeği boynumuza geçirir ve beygir gibi torbayı arkamızdan çekerdik. Kuyunun başında bekleyen iki kişi torbayı çekip boşaltırlar, sonra bize geri atarlardı. Ben bu lağım dehlizi çalışmalarında üç kere bulundum. Yeraltı çalışmalarının iyi olan tarafı siperdeki korkunç güneşten kurtulmuş olmaksa da, yeraltında hava çok pisti. Mum ışığında kazardık ve mumlar oksijeni yaktığından aşağıda hava kalmazdı. Tütün dumanı çalışanları boğacağından sigara içmemize izin yoktu. Aşağısı biraz daha serindi. Eğer top atışı varsa sesini duymazdık ama mermiler yere düştüklerinde hafif bir sarsıntı hissederdik.”

“Kraliyet istihkâmından iri bir ağızlığı olan stetoskopla bir subay gelirdi. Tam bir sessizlik olur, subay stetoskopu duvara dayar ve düşman yaklaştığı takdirde sesini duyardı. Eğer Türkler yakındaysalar tüneli boşalttırır ve tünelin başını patlayıcı ile doldurup havaya uçururdu. O zaman düşman tüneli çöker ve lağımcıları ölürdü.”

Çanakkale’de toprak altında yaşanan bir bakıma İskoçyalı madencilerle Ereğlili madencilerin savaşıdır. Ve kazanan vatan sevgisi ile dolu bir karış toprak için canını vermeye hazır Ereğlili madenciler olmuştur. İşte bu fotograf bize o günleri anlatır ve pek çokları tarafından bilinmez…

Bizler madenci dedelerimizle ne kadar gurur duysak azdır.

Ruhları şad olsun!

Gelelim ikinci fotografa…

15 Mayıs 1925 tarihinde Gazi Mustafa Kemal, Türk Tayyare Cemiyeti açılında şu konuşmayı yapar:

“İstikbal göklerdedir. Çünkü göklerini koruyamayan devletler yarınlarından asla emin olmazlar. Her işte olduğu gibi havacılıkta da en yüksek seviyede, gökte seni bekleyen yerini az zamanda dolduracaksın. Ey Türk Genci ! Kısa zamanda gökte seni bekleyen yerini alacaksın!”

Bu sözler Türk milletinin havacılık alanındaki yeni hedeflerini işaret ediyordu. Kısa süre içinde, sonradan Türk Hava Kurumu adını alacak olan cemiyet ülke genelinde çalışmalarına hız verdi. Türk halkı Gazi’nin gösterdiği hedef doğrultusunda maddi manevi desteğini esirgemedi. 15 yıl gibi kısa bir sürede tamamen halkın bağışları ile tam 331 uçak filoya dahil edildi. Zengin fakir herkesin içtenlikle desteklediği hava gücünü kuvvetlendirme kampanyası toplumsal birlikteliğin ve Türk halkının ordusuna desteğinin en güzel örneklerinden biridir. Hatta bu çalışmaların sonucu olarak 30 Ağustos Zafer Bayramı aynı zamanda Tayyare Bayramı olarak da kutlanmaya başlamıştır. Şimdi bu kısa girizgahtan sonra gelelim bizim fotografın öyküsüne..

Takvimler 21 Mayıs 1925’i gösterirken Zonguldak Gazetesi “Tayyare Tayyare!” başlıklı bir yazı yayımlar. Amaç yurt genelinde farklı şehirlerde kurulan Tayyare Cemiyeti şubelerinden birinin Zonguldak’ta açılması ve bu yolla Zonguldaklılar’ın da bu kampanyaya destek vermesinin sağlanmasıdır. Yazı ses getirir. Hemen sonrasında belediye binasında Zonguldak Valisi Mustafa Reşad Bey’in yönetiminde şehrin ileri gelenlerinden oluşan 17 kişilik bir heyet toplanır. O gün bu heyet Tayyare Cemiyeti’nin Zonguldak Şubesi’ni kurar, şube başkanı olarak da Marif Müdürü Sabit Bey seçilir. İlk bağışı kurucu üyeler kendi şahsi kaynaklarından yapar.

Derhal çalışmalar başlar, ancak toplanan bağışlar içinde biri vardır ki hepsinden öte bir anlam taşır. Amele Birliği, her ay Zonguldak havzasında çalışan her bir işçinin bir günlük alın terinin yarısını Türk ordusunun güçlenmesi adına Türk Tayyare Cemiyeti Zonguldak Şubesi’ne bağışlamayı istediklerini açıklar. Bu haber üzerine Deniz İşçileri Derneği limandaki her bir ton kömür yükleme üzerinden belli bir oranın bu kampanyaya bağışlanmasını teklif eder. Zonguldak  maden işçisinin gönüllü desteği ile çok kısa sürede Zonguldak ve ilçeleri (o zamanlar Bartın, Ereğli ve Karabük) bu kampanyada üzerlerine düşeni fazlasıyla yapar.

Zonguldak üç tayyare, Bartın üç tayyare, Ereğli iki tayyare ve Safranbolu bir tayyareyi tamamen kendi imkanları ile Türk Ordusuna, hava kuvvetlerine kazandırmıştır.

O dönemler bu uçakların alınması ile birlikte isim verme merasimleri törenler ile kutlanırmış. O gün o kentte bayram havası esermiş. Her bir uçağa o kentin ismi verilir, sonrasında uçak o kentin semalarında saygı uçuşu yapar, halkı selamlarmış.

İşte yazının başında gördüğünüz o fotograf da Zonguldak halkının katkıları ile alınan ilk uçağın isim töreninden. Ancak Zonguldak’ta uçağın ineceği bir alan bulunamadığı için tören belli sayıda yetkilinin Zonguldak’tan katılımı ile Bolu’da gerçekleştirilmiştir. Bu fotograf da o günün anısına çekilmiştir.

Hem yıllarca Zonguldak Havalimanı için verilen mücadele, hem de o yıllarda madenci dedelerimiz başta olmak üzere zengin-fakir, memur-esnaf, genç-yaşlı tüm Zonguldak halkının gönülden destek verdiği Türk Tayyare Cemiyeti ve yapılan destek düşünülünce, insan bir başka bakıyor memleketine, bir başka seviyor bu şehri.

Hani arada hafızamızı tazeleyelim, bu toprakları biraz daha tanıyalım diye dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım iki fotografın hikayesini…

Birlikte daha çok fotografı keşfetmek dileği ile.

Kendinize de kentinize de iyi bakın.

Sevgiyle…