Bugün size fıkra gibi bir hikaye anlatacağım. Fıkra gibi diyorum çünkü okuduğunuz zaman gerçek olamayacak kadar saçma geliyor insana ama biraz düşününce hikayenin sonu çok korkutucu…
Çay sever misiniz? Peki ya kaç şeker alırsınız?
Bir gün İngilizler İran’da şeker satmaya karar verir. Hikayemiz işte o gün başlar. Ancak bir süre sonra bakarlar ki satışlar hiç de iyi gitmiyor. Zira halkın çaya şeker katma alışkanlığı yok, onlar çaya şeker yerine tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katıyor. Çare arayan İngiliz şirketler sonunda İran mollaları ile irtibat geçerler. Planları şeker kullanımı yönündeki fetva karşılığı kazancın %10'nu mollara teklif etmektir. Mollalar bu teklifi kabul eder, vaaz ve hutbeler de halka; "Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsanız. Bundan böyle üzüm ve hurmayı yiyecek çaya da şeker katacaksınız" derler. Halk çaya şeker katmaya başlar. Herkes mutludur. Ancak işler yoluna girip satışlar çok artınca İngiliz şirketlere %10 payı mollara vermek ağır gelir. Anlaşmazlık doğar, İngilizler söz verdikleri komisyonu vermemeye başlar. Bunun üzerine Mollalar ikinci bir fetva verir; "Gavur icadı şekeri çaya atmak caiz değildir" Bunun üzerine halk evlerinde ne kadar şeker varsa sokaklara dökmeye başlar. Satışlar azalır. İngiliz firmalar baktılar ki olacağı yok mollalarla yeniden masaya oturur. Lakin mollalar bu defa satıştan %20 pay ister ve İngilizler çaresiz kabul etmek zorunda kalır.. Anlaşma sonrası Mollalar, Cuma hutbesinde bu defa şu fetvayı verir; "Biz size çaya şeker katmayın dedik ama sokaklara dökün demedik. Şekeri sokağa dökmeyecek çaya batıracak böylece gavur icadı şekere boy abdesti aldırıp öyle içeceksiniz"
İşte Türkiye’de kimi bölgelerde halen yapıla gelen kıtlama geleneği böyle doğar. Şekere boy abdesti aldırıp İngilizin şekerini imana getirmişler anlayacağınız…
Bir fetva nelere kadir görün. Hazır cuma hutbesinden açılmışken konu, oradan devam edelim. Ama öncesinde hatırlatmak istediğim bir iki nokta var size.
O HER ŞEY OLABİLİRDİ AMA BİR KAHİN DEĞİLDİ!
Yıllar önce söylediklerinin bugün bir bir karşımıza çıkıyor olması O’nun entelektüel yanına, vizyoner yanına işaret ediyor. Her koşulda olanları, olacakları, olması muhtemel olanları doğru tahlil etmiş; aklın, bilimin ışığında doğru yorumlamış olması bizler için büyük bir şans sayılır. Bu şansı kullanabildik mi? Orası da tartışılır…
Sizin de hemen anladığınız gibi Atatürk’ten bahsediyorum hiç şüphesiz! 17 Aralık 1927’de söylediği şu sözlere dikkatinizi çekmek isterim: ‘Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu gibi yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık.
Çok değil yüzyıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki; bazı kişiler, bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki; o gün geldiğinde, her bir taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri kalmayacaktır.’
Diyanet, bütçe büyüklüğüne göre yapılan sıralamada, 16 bakanlıktan sekizinin bütçesini geride bırakmış. İç İşleri Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı, AB Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçe büyüklükleri ile Diyanet’in gerisinde kalmış. Yani bu topraklarda ülke güvenliği, tarım, ticaret, kültür ve benzeri pek çok konu din işlerinden çok daha az ödenekle faaliyetlerine devam ediyor. Peki, her yıl bu kadar büyük bir bütçe neden Diyanet’e ayrılıyor? NASA diyanetin yarısı kadar bütçe ile uzayı keşfediyor, başka gezegenlerde yaşam imkanı araştırıyor, evrenin sırlarını keşfediyor. Peki ya Türkiye’de Diyanet ne iş yapıyor? Halka fetva veriyor, fetvaların içeriği ise ayrı bir felaket! O konuya hiç girmek istemiyorum…
Hani son günlerde çokça tartışıldı ama, Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılışında elinde kılıçla cuma hutbesinde Atatürk’e lanet okuyan Diyanet İşleri Başkanı’nın oturduğu koltuk, 1924 yılında yine Atatürk’ün emri ile kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait…Ve o gün kurulan Diyanet ile bugün bizlerin maruz bırakıldığı kurum tamamen farklı..
Diyanet İşleri Başkanlığı, yüzyıllarca dini duyguları sömürülen halkı dini açıdan aydınlatmak ve sahtekar hocalara engel olmak amacıyla, aydın din adamları yetiştirmek için kurulmuş. Özetle kurulurken amacı, milleti cahillikten ve din istismarından kurtarmakmış!
Peki o yıllarda Diyanet İşleri bunun için neler yapmış? Bilindiği gibi Atatürk “millete ait olan işleri milletten gizli ettiler” diyerek, Kur’an’ın Türkçe tercümesini ve açıklamasını hazırlamaları için 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çalışmalara başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda ilk defa Kur’an’ın Türkçesi Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır tarafından hazırlanmıştır. Böylece Türk milleti yıllarca uğraşıp Arapça’yı iyice öğrenmek zorunda kalmadan Kur’an’ın ne dediğini, Kur’an’da nelerin olduğunu, başka kimselere, başka kaynaklara muhtaç olmadan kendi kendine çok kolay bir şekilde, geç bile olsa, anlamaya başlamıştır. Elmalılı meali günümüzde hâlâ Türkçede bir numaralı Kur’an referansıdır ve Atatürk tarafından yaptırılmıştır. Hatta bu çevirinin mali anlamda büyük bir kısmı yine Atatürk’ün şahsi hesabından karşılanmıştır. O günkü adı ile Diyanet İşleri Reisliği’nin ilk ve en önemli işlerinden biri bu çeviri sayılır.
Kur’an’ın tercümesi dışında 1925 yılında askeri okullarda okutulması için “Askere Din Kitabı” adı ile bir kaynak hazırlanmıştır. Böylece askeri okullarda doğru din eğitmine geçilmiştir. Vatandaşların camilerde doğru bilgilendirilmesi, iyi insan olması, temiz, ahlaklı bireyler olması için ‘Hutbelerim’’ adında yeni metinler hazırlanmış, bunların pek çoğunu Atatürk bizzat kendi kaleme alarak vatandaşların doğru dini bilgiler almasını sağlamıştır. 1929 yılında ilkokullarda okutulması için “Cumhuriyet Çocuğuna Din Dersleri” adında kitap hazırlanmıştır. Yani çocuklarımızın iyi birer müslüman olarak yetişmeleri için ilkokul çağında eğitim müfredata sokulmuştur…
Size bazı rakamlar vereyim. 1923 – 1950 yılları arasında toplam 352.000 dini kitap basılıyor. Bu sayının 45.000 tanesi Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri, 60.000 adeti Buhari Hadisleri tercüme ve izahı, 247.000 adeti din kültürü eserleri… Osmanlı’da ise matbaanın gelmesinden sonra basılan toplam dini eser sayısı 143.
Düşünün, bir yanda din düşmanı denilen Cumhuriyet, 352.000 kitap basıyor. Diğer yanda çok dindar olarak adlandırılan Osmanlı ise sadece 143. Üzerine başka bir şey söylemeye gerek yok sanırım.
DİN BİR AMAÇ DEĞİL, ARAÇTIR!
İnsan beşer, kuldur şaşar. Söyleyeceklerim öyle bir çırpıda aklımdan geçenler. Bir nevi yüksek sesle düşünüyorum diyelim. Oturmuşum pencere kenarına sizinle dertleşiyorum diye düşünün. İlla ki katılmadığınız yanları olacak söyleyeceklerimin ama zaten güzel yanı da bu birlikte yaşamanın…
Bana göre din, insan için gelmiştir; bir amaç değil, araçtır. Amaç insanın en doğru, en iyi şekilde bu yolculuğunu tamamlamasıdır.
Din, insanın doğru düşünmesine, kendi varlığının farkında olmasına ve en iyi şekilde kendini gerçekleştirmesine katkı veren bir araçtır sadece. Üstelik din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Dindar olup olmamak, bireysel bir tercihtir. Barış içinde yaşamak için, insanların birbirine tahammül etmeyi öğrenmeleri gereklidir. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, insanların birbirlerini anlamalarını kolaylaştırır. En önemlisi dinde zorlama yoktur. Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Zorla tutulan oruç kabul olmaz, zorla gidilen hac hac sayılmaz bana göre. Yani demem o ki, kul isterse ALLAH yoluna girer. İslam inanışına göre hayır da şer de insanlar içindir. Burası bir sınavdır. Ve bu sınavı herkes kendi meşrebince kendi verir, kulla Allah arasında kimse yoktur ki aracı olsun. Buna gerek de yoktur. Allah her şeyi gören, duyan, bilendir. Yeri, göğü ve üstündeki her şeyi yaratan isteseydi tüm insanlar iman ederdi, O bile bu konuda bir zorlama yapmamışken O’nun adına söz söylemek, kullarını zorlamak ne iştir!!!!
“DİN”İN ÖZNESİ KİMDİR?
Dinin sahibi Allah ve öznesi yani temel konusu da insandır. Ancak yaşadığımız dünyaya bakarsak bazı kavramların yer değiştirdiğini görüyoruz. Dinin sahibi müslümanlar, öznesi de Allah yapılmıştır. Bunun sonucunda ise müslümanlar “din uğruna savaşan”, din adına hareket eden, dini yaşatmaya ve korumaya çalışan, dinden yola çıkarak hayatı tanzim etmeye çalışan insanlar konumuna gelmiştir. Oysa Müslümanlar dinin sadece mensubudur. O yoldan yürüyerek kendileri için dünya ve ahirette hayırlı olacak bir tercih yaparlar. Sorunlarını iyilik ve adalet lehine çözmeye gayret ederler.
Din, insanlar için bir yol göstericidir. Ancak cehalet bu yolda gitmek yerine bu yolu “gösteren” parmağa bağlanmayı “dindarlık” olarak insanların önüne sunmuştur. Bu nedenledir ki yüzyıllardır din konusu hep siyasi amaçlar doğrultusunda suistimal edilmiş ve siyasi çıkarlar uğruna kullanılmıştır. Birileri buradan rant elde etmeye çalışmıştır.
“ Din gibi güzel bir duygu, politika gibi kirli oyunlara alet edilemez. Din ait olduğu yerde, temiz vicdan sahnesinde yaşanmalıdır.’’ Atatürk
Gelin bu sözleri biraz daha açalım, Atatürk bu cümlelerin ardından şöyle devam ediyor: “İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere bir siyaset aracı konumundan kurtarmanın ve yükseltmenin vazgeçilmez bir iş olduğu gerçeğini gözlemliyoruz. Kutsal ve ilahi olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı, karışık ve değişken olan her türlü çıkar ve tutkuların ortaya çıkışlarına sahne olan siyasetten ve siyasetle ilgili bütün konulardan bir an önce ve kesin olarak kurtarmak, milletin dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur.’’
Bu sözler üzerine düşününce, yaşananlara bakınca dinin siyaset sahnesinde bir araç olarak kullanılması dine zarar veriyor. Bu nedenledir ki laiklik dinin daha temiz bir alana taşınmasını sağlayarak aslında dini özgürleştiriyor. Dinin bütünleştirici yanı siyasi çıkarlar uğruna bizi bölen, ayrıştıran ötekileştiren bir hal alıyor. Demem o ki, müslümanlığa en büyük zararı yine müslümanlar veriyor. Ve bunu Allah adını kullanarak yapıyor.
“TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR.” Atatürk
Tüm bunları bana düşündüren Diyanet İşleri Başkanı’nın bir cuma hutbesi oldu. O zaman gelin yazının bu ilk kısmını yine bir cuma hutbesi ile noktalayayım. Atatürk'ün Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca'yla birlikte hazırladığı bir başka hutbeye çevirelim gözlerimizi:
“Aziz cemaat!
Allahutaala Yüce Kur’an'da şöyle buyuruyor.
‘Gerçekten Allah size, EMANETİ EHİL OLANLARA VERMENİZİ ve İNSANLAR ARASINDA HÜKMETTİĞİNİZ ZAMAN ADALETLE HÜKMETMENİZİ EMREDER. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.’ (Nisa, 55)
Ayetin emanet ve adalete riayet emri ebedi ve genel bir düstur olmakla beraber güzel bir geliş sebebi vardır: Hz. Peygamber (S.A.V) Mekke'yi fethedince Kâbe'ye bakar. Osman b. Talha, kapıyı kilitlemiş, Kâbe'nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek, 'Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim' demişti. Hz. Ali anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı.
Hz. Peygamber içeri girerek iki rekât namaz kıldı, çıkınca amcası Abbas, anahtarı ve şerefli bir görev olan bakıcılığı kendisine vermesini istedi, işte bu münasebetle yukarıdaki ayet nazil oldu. Efendimiz Hz. Ali'ye anahtarı eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emretti. Bu olay Osman b. Talha'nın da Müslüman olmasına sebep teşkil etmiştir.
Ey Cemaat-i Müslimin!
Cenabıhak, Kur’an’ı Kerim'inde buyuruyor ki;
‘EMANETLERİ EHLİNE VERİNİZ, EMANETE HIYANET ETMEYİNİZ. Bir de insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle, Allah'tan korkarak hükmediniz.’
Evet, Allahutaala; ‘Emanetleri ehline veriniz’ buyuruyor. Öyleyse kendisine bırakılan bir emanete hıyanet etmemek, bir kimsenin hakkını aramak, sonra BİR VAZİFEYİ ADAMINA VERMEK, kendisine emanet edilen bir görevi hakkıyla yerine getirmek her müslüman için dini bir borçtur. Sonra bütün işlerde adaleti gözetmek, haklıyı haksızı iyice ayırt etmek bir vazifedir. Allahutaala bu şekilde emrediyor.
Bu iki emre uymak, BİR MİLLETİN SELAMETİ İÇİN MUTLAKA GEREKLİDİR. Çünkü fertlerin hukuku adalet ile, toplumun menfaati ise vazifeleri ehline vermekle gerçekleşir.
Birinin bize emaneten bıraktığı şeyi muhafaza edip gerektiğinde kendisine vermek, üzerimize borçtur. Bunu yapmamak emanete hıyanettir.
EMANETE HIYANET EDENİN İMANI NOKSANDIR. MİLLETE AİT İŞLER DE BİR EMANETTİR.
Onları ehline vermemek bir hıyanettir. Üzerine aldığı bir görevi hakkıyla yerine getirmemek, hile yollarına sapmak, işe önem vermemek emanete hıyanettir.
Allah'ın bu iki emrini tanımayan bir millet, mümkün değil yaşayamaz. Hangi türden olursa olsun EMANETE HIYANET, TOPLUMU ALT ÜST EDECEK KADAR BÜYÜK KÖTÜLÜKLER MEYDANA GETİRİR.
Peygamberimiz buyuruyorlar ki, "Emanete zarar gelince kıyameti bekleyiniz. İşler ehli olmayan kimselere verildiği zaman artık kıyameti gözleyiniz."
Bu hadis-i şerifin anlamından anlıyoruz ki, bir memlekette emanete riayet edilmez, vazifeye önem verilmezse, o memleketin nizamı ve intizamı bozulur, her şeyi altüst olur.”
Bir cuma hutbesi ile açtık başka bir cuma hutbesi ile kapamış olalım penceremizi, ama hani son söz niyetine bir şey söylemek gerekirse; “Bir ülkede yoğun dinsellik empoze edilmesine rağmen kirlilik kol geziyorsa, bunun tek nedeni vardır; orada din, siyasi çıkarlara kurban olmuştur…”
Şimdi durup biraz düşünme zamanı sanırım…
Kendinize de, kentinize de iyi bakın.
Hasretle, sevgiyle…