Merhaba değerli okurlar, bir Zonguldak’ın Kalemi’nde daha beraberiz. İnternet, iletişim teknolojisindeki muazzam ilerleme… Saniyeler içerisinde her yere ulaşabiliyorsunuz. Ben de internetle sizlere ulaşıyorum. Gönderilenler de aynı şekilde bana…

Peki, dijital okuryazarlık? İnterneti doğru kullanmak… Bence bunu düzgün bir şekilde yapamıyoruz. İş arama sürecini, işsizliği ele alalım. Özgeçmiş hazırla, internet siteleri aracılığıyla başvuru yap. İnsan Kaynakları görüyor mu acaba? Bir de aynı işlemi yapan binlerce genç… Bu şekilde aramak kolay ama genellikle sonuçsuz.

Peki ne yapmak gerek? Fiziksel temastan kaçınılmamalı. Network kurulmalı. Kayırmaktan, torpilden bahsetmiyorum. Bulunduğunuz şehirde, her şeyi yapın; yiyin için, gezin tozun ama insan tanıyın.

Tekrar dijital okuryazarlığa dönelim. 1 milyar 800 bin civarında internet sitesi var. Bundan çıkacak sonuç ise bilgi kirliliği. Özellikle sosyal medyada uçuşan gönderilerin birçoğu süslenmiş, çarpıtılmış veya uydurulmuş oluyor. Bu kirlilikten kaçınmanın yolu ise güvenilir kaynaklardan yararlanmak. Akademik çalışmalarının çoğunu “pdf” ve “dijital kitaplardan” yapmış biri olarak (kitaplar çok pahalı ne yapalım?) diyemem ki kütüphanelerde toz yutup katalog tarayın ama öyle her şeye de inanmayın. Maazallah rezil ederler.

İnternet büyük nimet, kendinizi donatmak için iyi imkanlar sunuyor. Bambaşka dünyalardan kapılar da açıyor. Hiçbir zaman denemekten korkmayın. Başarının sırrı denemektir.

Sözü fazla uzattık, affola… Bu köşede, kendi şiirimi, ardından sevgili Başak İrem Öztürk ve Ezgidilan Aydın’ın (evet Ezgidilan!) kelimelerini size sunuyorum.

asar mısınız rica etsem – Ali Sencer Arslan

asın bütün düşünceleri
düşünceleri zehirleyen acıları
asın asın da yaşayalım

geçer diyor bütün şairlerin doktrinleri
geçer diyor tecrübeyle sabit tiyatrolar
geçsin istemiyorum belki de
bari asın da beynimin içindeki tehlikeyi
gömülüp düşlerimin yattığı yere
içimi geçireyim hiçliğin ortasında

ürkek ama istekli öpüşmeleri
içimdeki dokunma ihtiyacını
en çok da zevkin seslerini
asın asın da ağlayarak
tımarlayayım önüme pusu atan duygularımı

ağlamak demişken bilmemeyi ve belirsizliği de
asar mısınız rica etsem
asın da ışığın azlığını görelim
belki bir aydınlık bulur sığınırım
azraile de arayış düşmez önünde olurum
ama bastığım yeri gidilecek yolu bilirim

Ne De Olsa Kışın Sonu Bahardır - Başak İrem Özdemir
“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz…”
Sevgili Sencer, dost meclislerinde sıklıkla dile getirdiğimiz ve mustarip olduğumuz bir konuyu böylesine güzel bir ortamda da yazıya dökme fırsatı sunduğun için teşekkür ederim.
Ununu eleyip eleğini asmış belli bir kesim dışında, insanların gelecek kaygısı taşıdıklarını görüyorum. Bunlardan biri de elbette ki benim. Neden elbette diye kesin bir ifade kullandığımı düşünenler olursa şöyle açıklayayım: Hayat bir koşuşturmadan ibarettir sözü benim nazarımda artık geçerli değil. Bizler sadece rüzgarların önünde sürüklenen birer yaprak durumundayız. Edilgeniz. Hayallerimiz birer birer yıkılıyor, amaçlarımız değerini yitiriyor. Yıkıma uğradığımız her durum bizi daha da ümitsiz, amaçsız ve karamsar yapıyor. Düşüyoruz ama kalkamıyoruz. Boş verdik. En güzel tesellimiz ise ‘hayırlısı’. Olmayan her şeyde bir hayır arıyor, deyim yerindeyse züğürt tesellileri ile tekrar yolumuza devam ediyoruz. Kaybetmeyi çabuk kabulleniyor ve doğallaştırıyoruz. Belki bunun nedeni henüz sahip olamadığımız şeyleri kaybetmemizden kaynaklanıyordur. Hayallerimiz gibi.
Hayal kurmaktan korkar olduk. Ne denli büyük hayaller kurarsak kırılma sesini daha yüksek duyuyoruz. Geleceğe siyah bir tülün arkasından bakıyoruz. Biraz flu biraz koyu..Gelecek kaygımız ise had safhada. Gelecek demişken öyle çok uzakları düşünmeye gerek yok. Yarınımızdan umutsuzuz. Sabahları uyanmak için bir neden, uyandığında ise yapacak bir şey bulamamak bizi köreltiyor. Güne ‘yine uyandık’ şeklinde başlıyoruz. Yastığa başımızı koyduğumuzda günümüzün iyi geçtiğini hissettirmesi için birkaç sayfa kitap ve belki bize bir şeyler katacak bir film izliyoruz. Evet tüm bunlar olası şeyler. Ama biz bundan daha fazlasıyız. Yeteneklerimizi sergileyemedikçe, kendimizi gösterme imkanı bulamadıkça, kendi işimizi yapamadıkça köreliyor ve soğuyoruz.
Beynimiz dinamikliğini yitirdi. Düşüncelerimiz sıradanlaştı, sohbetlerimiz sığlaştı. Her geçen gün bize değer katacak şeyler arıyoruz. Artık en iyi okullarda okumak, derecelerle mezun olmak, yabancı dil bilmek işe yaramıyor. Bunu en somut şekilde yaşayanlar olarak bir çıkış yolu arıyoruz. Ne mutludur ki ülkesinde kendi mesleğini icra edebilene ! Toplumda kabul gören belli başlı meslekler dışında geri kalanlar takdir edilmiyor hatta kabul görmüyor. Bulunduğumuz konumdan mutlu değiliz. Bu nedenle kimimiz farklı mesleklere yöneliyor, kimimiz ise farklı ülkelere..
Dilerim ki bu devran biz içindeyken değişmese de bizden sonraki nesil çok daha iyi koşullarda hayatlarını sürdürür. Bizden sonrası için her şey yoluna girecek ve sefa süreceklerse ben şimdilik cefa çekmeye razıyım.. Okudukça iç açan yazı olmasını çok isterdim. Fakat kelimeler her şeyi görür, anlar ve yalan söyleyemez..
Son olarak ;
Bu karamsarlığı, bizi kendi ülkemizde kendi mesleğimizi yapmaktan alı koyan sisteme adıyorum.
Ben de Nazım ile başladığım yazıyı Karaoğlan Ecevit’in dizeleriyle bitireyim.
Pek o kadar göremesek de uzağı,
Kuşların uçuşundan belli.
Bir şeyler olacak yarın !
Öbür günden önemsiz,
Yarından önemli…
*** “Edilgeniz.” Ne yazık ki birçok şeyi yapma yetisine sahip olsak da yapma hakkına sahip miyiz? Daha doğrusu özgür müyüz? Sanki gençlerin karar hakkı yok. Cesur gençler istiyor işverenler; atılacak, koşturacak, kopartacak… Ama öyle bir susturma, konuşturmama, gençlerin fikirlerine saygı duymama sorunu var ki içler acısı. Ülke içi, parti içi demokrasiyi geçtim, aile içi demokrasi ve çocukluktan aşılanacak “birey” kavramı belki de bu edilgenliği bozabilecek tek şey. Çok koşmamız, konuşmamız lazım.

Ben Sana Bir Klavye Kadar Yakınım! – Ezgidilan Aydın
25 Mayıs 2021 Salı sabahı teknolojinin sınır tanımazlığıyla, Zonguldak’ı anımsatan mavi bir manzaraya karşı yaklaşık 315 km uzaktan yazıyorum. Sana ve şuan bu satırları okuyan herkese merhaba!
Ulaşmak bu kadar kolayken, uzun zamandır ulaşamadıklarımız geliyor aklıma. Bizler çok mu uzaklaştık birbirimizden?
Salgın sebebiyle birbirimizin yanına Mart 2020’den beri koşmuyoruz. Peki, ruhuna ne kadar zamandır koşmuyoruz; yarasına, acısına, sevincine, ihtiyacına?
Mesafeleri bir noktada sonuna kadar savunabilirim. Örneğin, insanlara sana zarar veremeyecekleri mesafede durmayı bilmeyi ve yolunda yürüyebilecek kadar kendini düşünmeyi…
Duyguların da bir dengesi var. Hissettiklerimizi eyleme dönüştürürüz. Eyleme dönüşürken ufacık bir mantık süzgecinden geçirmek bana kalırsa en sağlıklı olanıdır. Biz ne kadar zamandır hissetmiyoruz? Kendimizi korumak ya da yeni sistem içinde uyumlu bir şekilde varolmak için sonradan inşa ettiğimiz bize, çocukluğumuzda öğretilenle uyuşmayan bir zırhımız, davranış biçimimiz var artık. En azından biz böyle bir zırhla doğmadık ama ne yazık ki şimdi bu zırhla doğuluyor. Zaman içinde dönüştük.

Satırları okurken tüm tarafsızlığımızla kendimize soralım istiyorum.

Yolda yürürken tanımadığım yaşlı biri şarjının bittiğini ve oğluyla buluşmak için telefonumuzdan bir arama yapıp yapamayacağını sorar. Ona arama yapması için beni dolandıracağını düşünmeden telefonumu veririm/vermem?

Üst kat komşumun evinden yardıma ihtiyacı olduğunu belirten sesler gelir. Simaen tanıyorumdur, müdahale ederim/etmem? Emniyet birimini de aramam olayın bir şekilde bana döneceğini düşünür, başımın belaya girmesini istemem?

Şirkette 10’uncu kattaki çalışan yalnızca sosyal medyamda eklidir ama birbirimizin her saatte paylaşımlarını beğenebiliyoruzdur.

Yüzünün asık olduğunu görürüm ama ona nasılsın diye sorabilirim/soramam?

Dürüst olmalıyım 1 ve 3’e ben de çekimserim. Bir şekilde zaman bizi bu noktaya taşıdı. 300-3000 kişiyle etkileşimde olmayı ama ayaklarımız toprağa basarak gönülden iletişim içinde olduğumuz bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar insani ilişki kuramamayı benimsedik.Teknolojinin hayatımıza sundukları, olumlu ve olumsuz getirileri uzmanlık gerektiren çok detaylı ele alınması gereken bir konu.

Ama ben uzun zamandır bir manzarayı paylaşmadan böylece onu kaçırmadan, hissederek seyretmediğimizi, sofrayı fotoğraflamadan dostların arasında olduğumuza ikna olamadığımızı, kimse bilmeden yapılan yardımın bir amacı olmadığını ve ne yazık ki sanalın hayatımızın içinde yer alan değil bizlerin sanalda yer alan tek cümle bir biyografi ve profil fotoğrafı olduğumuzu düşünmeye başladım.

Bugün bizler aydınlatma efektini biraz fazla açarsak; pozitif, siyah beyaz tonlama biraz fazlaysa depresif, aynı kişiyle iki fotoğrafımız varsa sıkı dost, takipçimiz, takip ettiklerimizden fazla bir de beğeni sayımız biraz dişe dokunuyorsa saygı duyulan olmayı çoktan hak etmiş, hastanede yer bildirimi paylaşana “hasta mısın cnm çok geçmiş olsun dua emojisi, kalp emojisiyiz!..”

***Sistemsel yalnızlıktan bahsetmiştim önceki yazılarımdan birinde. Bir ekranın karşısındayız. Algoritmalarla kurulmuş bir sistem içerisinde, nefes almaya çalışıyoruz ama sistemin tek gördüğü ‘reklam gelirleri.’ Ama o ekranın bir karşılığı da bizim ihtiyacımız. Çünkü zamanımız yok. Var mı? Sabah işe, akşam eve… hadi eve gitmedin, ne olacak? Sabah yine iş… Sistem bizi kendine bağlıyor, birtakım özendirmeler yoluyla aşılanan tüketim kültürüyle. Çünkü tüketmek için o dişlilerin arasında yerini alman gerek. Peki, sosyalleşme ihtiyacın? Mecburen ekranlara hapsoluyoruz ve o ekrandan muhabbet umuyoruz. O muhabbetten de bir şeyler hissetmek. Samimi olacağım, hayal gücümüz olmasa ekranlarda ne olduğunun pek önemi yok. Mesajlaşırken bile bir şeyler hayal ediyor insan. Sosyalleşme ihtiyacımızı bir yerlerde belirlenmiş kuralların içinde karşılamaya çalışıyoruz. “Bak 200 like aldım.” “Evet, sen kendini kurtardın, herkes seni çok seviyor bravo sana…” Bu mu gerçekten? İletişim kurmak bir ihtiyaç ama ekranlar, fiziksel temasın besleyiciliğini taşıyamıyor.

Çağrı

Dökülüyoruz, kelime kelime. Birlikte dökülürsek, daha çok oluruz.

Yazı, şiir, çizim aklınıza ne gelirse, “Evet ya, insanlara bunu söylemeliyim.” “Çok yalnızım, bari siz dinleyin.” “Derdim var, anlatıyorum; duyun/duyurun.”

Adını siz koyun. Zonguldak’ın Kalemi’nden yazalım.

“…selam saygı ederik”