Merhaba değerli okurlarım, bu hafta Başak İrem Özdemir, Seyfi Arslan bizimle olacak.
Yazılara, şiirlere geçmeden önce Türkiye’nin gündemine oturan Mertcan ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
“Hayalim” demişti, “evde aç olmaması…”
Milyonları geçti, sağ olsun insanlar destek olmak için yazdılar, aradılar. Bir şeyler yapıyoruz. Tamamlanmadan da yapılanları söylemek istemiyorum. Konuyla yakından ilgileniyor, koşturuyoruz. Yardımsever insanlarımız var olsunlar! Kısa süre içinde günü değil ‘yarınları’ kurtarmak için uğraşıyoruz. İyi Kalpler35 Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ne de ayrıca teşekkür ediyorum. Detayları ilerleyen günlerde, süreç tamamlandığında yazacağım.
Bazen hiçbir şey daha iyi değildir, bir çocuk sarılmasından; bir anne gülüşünden. Mertcan ve kardeşinin sarılması… Yürek yakan bir… ne olduğunu inanın anlayamıyorum.
Olanı anlatmaya kelimelerimiz var ama bazen doğru kelimeyi bulmak yıllar alır. Öyle de yapmamış mı Yahya Kemal, yıllarca beklemiş bir kelime için.
Benim Normalim – Başak İrem Özdemir
Covid-19 pandemisiyle birlikte sıklıkla kullandığımız bir kavram: Normal.
Bir kelime sürekli tekrar edildiğinde bence anlamını yitiriyor. Devamında ise o kelimenin neden o anlama denk geldiğini, bunu kimin uydurduğunu, insanlar arasında ilk ne zaman kullanılmaya başlandığını düşünürken buluyorum kendimi. Son zamanlarda ise normalleşme ile birlikte normal kelimesine takıldım. Kurala uygun, ortalama, alışılagelen anlamına gelmekteymiş normal kelimesi TDK’ye göre. Peki, bu ortalama kime göre alınıyor? Kimin neyin ortalamasıdır bu? Normal olan nedir ve anormal olarak neler nitelendirilir?
Normal olan sık rastlanan, alışılagelmiş olaylar mıdır yoksa normlara ve ahlaka uykun olan değerler midir? Medeniyetten uzak ücra bir köşede yaşayan bir Afrika kabilesinin çıplak gezmesi normalken günümüzde İstanbul’un göbeğinde çıplak gezildiğini düşünürsek bu durum anormal. Kavramlar aynı, olaylar aynı fakat değerlendirmeler farklı. Dünyanın koca bir uzay boşluğunda savrulan milyonlarca göktaşının içinde yer aldığını biliyoruz. Onlardan herhangi birinin dünyaya çarpma olasılığı öne atıldığında bunu hayretle, korkuyla ve heyecanla karşılıyoruz. Oysa bu durum dünyamızın içinde bulunduğu ortam göz önüne alındığında oldukça normaldir. Burada devreye alışılagelmişlik giriyor. Sıklıkla göktaşı çarpmasına veya medeni toplumlarda çıplak gezilmesine alışık değiliz. Alışık olmadığımız durumları anormal olarak değerlendiriyoruz. Peki, normlara ve ahlaki kurallara uygun olmayan durumları nasıl değerlendiriyoruz? Son yıllarda artan şiddet olaylarını kanıksar olduk. Kadına şiddet, hayvana şiddet, çocuğa şiddet… Haberlerde duyduğumuz bu olaylara şöyle bir göz ucuyla bakıp geçiyoruz artık. Fakat bu durumun ahlaka uygun olmadığını biliyoruz. Toplum davranışlarına uygun olmayan bu tarz durumlara alışık olmamız onu normal olarak değerlendirmemiz için yeterli bir sebep mi? Bana kalırsa normallik kavramı bireysel bakış açımızla ve ideal kavramımızla kendi kalıplarımıza sokarak tanımlıyor ve onu yaşıyoruz. Kimi durumları toplum normlarına uymasa da bireysel çıkarlarımıza ön ayak olduğu için normal olarak değerlendiriyoruz; kimi durumları ise bizim çıkarlarımıza ters düşmesine rağmen toplumsal yaşama uygun olduğu için normal olarak kabul etmek zorunda kalıyoruz. Eğer alıştığımız durumları normal olarak kabul edeceksek şiddet, taciz, cinayet gibi olguları normal saymış olacağız. Bireysel normallik ise duygu ve düşüncelerden tamamen bağımsız kendi duvarları olan bir kale gibidir. Toplumun büyük çoğunluğu ise o kalenin ihtişamından korkar ve asla fethetmeye yeltenmez. İşte bu çoğunluk baskılardan çekinen, sürü psikolojisiyle hareket eden, içten içe inandığı değerleri dile getirmeyen ve hatta arzu ettiklerini dahi yaşamaya cesareti bulunmayan kişilerdir. Bunun arkasında mahalle baskısı ve el alem ne der düşüncesi ve ‘ay olur mu öyle şey’ler yer alıyor. (Neden olmasın?) Modern Türk toplumunda dahi bireylere dayatılan şeylerden bahsedelim. Bir birey belli bir yaşa gelince askere gitmeli, askerden dönünce iş bulmalı ve en nihayetinde ‘kaç yaşına geldin artık kendi aileni kurmalı sorumluluk almalısın’ klişeleri ile evlenmelidir. Çünkü normal olan budur. Bu toplum tarafından kabul görendir, takdir edilesidir.
Bir de tam tersini düşünelim. Birey en nihayetinde kendi hayatını idame ettirebilecek düzeyde para kazanıyor ve evliliğe sıcak bakmıyor. Hatta toplum tarafından belli bir statüde sayılacak olan meslekleri de yapmıyor. Bu iki duruma el alem ne der açısından bakarsak ve dikkatli dinlerseniz ilk bireyin ‘maşallah’ ile anıldığını, ikinci bireyin ise ‘boş gezenin boş kalfası’ olarak anıldığını duyabilirsiniz. Peki, kişilerin iç huzurlarının, ruhsal doyumlarının hiç önemi yok mudur? Elbette vardır! Bunu sadece normallik kalesini fethetmiş ya da en azından çoktan mancınıkla bombalamaya başlamış kişiler bilir. Kendinden 10 yaş büyük bir kadınla evlenen adama bile normal olarak bakılmayan toplumda, genel geçer durumlara ayak uydurup yan komşusunu mutlu etmek için çalışmak ya da babasının iş arkadaşının çenesini kapatmak için evlenmek mi daha normaldir yoksa tüm bunlara kulağını tıkayıp ‘kendi normalini kendin yaratmak’ mı daha normaldir?
***Normal nedir? Bence toplumsal anlamda, Başak’ın da dediği gibi toplumun büyük çoğunluğunun alışageldiği davranışlar normaldir. Ancak bir “yeni normal” veya “normalleşme süreci” diyebileceğimiz bir sosyal kırılma da var. Pandemiyle ilgili bir durumdan bahsetmiyorum. Toplumsal bir dönüşüm, değişim yaşanıyor. Eski olan veya yaşlı olan normal artık pek de geçerli değil ancak baskısını hala daha sürdürüyor. Ulaşım da kolay iletişim de. Bizler bunun dönüşümün toplumsal sancılarını çekiyoruz. Mesele kuşak çatışmasından da öteye geçti bence. İmkan ve yöntem meselesi. Dolayısıyla kültürel bir değişim de söz konusu…
Canlı Cenaze – Seyfi Arslan
Hasret bastı evimin her köşesini
Açamaz oldum gönül penceresini
Bir an bile unutmadım gözlerindeki saadeti
Halen dudaklarımda verdiğin sevda busesi
Sensiz verdiğim hayat mücadelesi
Bir tek adım bile götürmedi beni ileri
Belki de hayatımla ödüyorum seni sevmenin bedelini
Şafakla beraber ipe çekilecek bir mahkum olsaydım daha iyi
Kim tanır kim bilir eve kapanmış bir canlı cenazeyi
Hiç olmasa duyardım ipe çekildiğimi
Yaşayan bir ölüden hayır gelir mi
Güneş doğmuş çiçekler açmış umurumda mı sanki
Biliyorum anlıyorsun sen beni
Ama senin de çaren yok kirletmişsin beynindeki güzelliği
Ben biliyorum senin karakterini bu kadarcık siteme bile katlanamazsın değil mi
Seni tanıdığım kadar tanıyamadım kendimi
Belki de mantığım yanıltıyor beni
Lakin sana hitaben yazdım bu son şiirdi
6 Nokta Soru İşareti – Ali Sencer Arslan
görmüyor musun yıkıntılarımı
can çekişiyorum altında ihmallerin ötelemelerin
ölüyorum evet ölüyorum ama
önce üşüme geliyor gün tutsak edildiğinden beri
önce biraz hissizlik nefesim yetmiyormuş
yetecek hava yokmuş gibi
ağlıyorum kafayı yiyorum bağrıyorum
kimse duymuyor sesimi
yazık oluyorum saçma sapan
kimse duymuyor anlıyor musun
oysa beraber yürümedik mi
beraber ıslanmadık mı hatırlamadın mı bizi
düştün elim orada olmadı mı
daha fazla dedin hep daha fazlası olmadı mı
bulutların üstündeydik hani hep kıskanıyorlardı bizi
ne oldu söylesene önemsiz miyiz biz
unutuyorsun bak her geçen gün daha da az
kalan umudum hatta her saat tükeniyorum
söylesene sevmiyor musun artık
hatta hiç sevdin mi
hayır çevirme kafanı dur gitme
buradayım duymuyor musun
ihmal ettiğin denetimin verdiğin ruhsatın
kendi vergilerimin altında ölüyorum
ölüyorum
sesimi duyan yok mu