“Bu dünyadan değil gözlerim,
Geçtim ben, ne varsa geçti
Bir gölgeyim karanlıkta
Kargaşanın tohumuyum ben" 
Paul Eluard

İnsan kendini doğadaki en önemli ve en özel varlık olarak görür.  
Oysa doğa insan türünün varlığını umursamaz bile. Kendi bildiğini okur. 
Doğa için insan, milyonlarca  canlı türünden biridir sadece. 
*
Friedrich Engels'in 19. yüzyılda ortaya koyduğu yaklaşımıyla doğa, sürekli devinen, karşılıklı etkileşime sahip hareketlerle sonsuz çeşitlilik sunabilen, değişim ve dönüşüm halinde olan rastlantısal nesneler ve olgular bütünüdür.  
Doğada her değişken kendi döngüsünde devinirken,  yaşam savaşı içindeki bireyler de var olma mücadelesi içinde olurlar.  
*
Yaşayan her tür doğanın diyalektik sürecinde varlığını işte bu şekilde sürdürür. 
Algıladığı şekliyle de anlam verir  hayatına. 
Algıları onun gereksinim duyduğu bilgilerdir aslında. 
Bir kedinin, bir kuşun ya da bir böceğin gözünden bambaşka renk, şekil ve anlama sahiptir bu yüzden yaşam. 
*
İnsan ise dil ve düşünce yoluyla nesneleri adlandırır, bilgi türleriyle bunları sınıflandırır, soyut kavramlar ve kurallar koyar kendi önüne.
Kavram ve kurallar insanın bazen sığınağı olur, bazen zırhı, bazen aşılmaz kalesi, bazen de içinden çıkamadığı hapishanesi. 
*
Oysa hayvanlar için, insanın ortaya koyduğu ve anlamlı olduğunu düşündüğü kuralların ve kavramların hiçbir önemi yoktur.

Bir kedi ya da köpek için nesnelerin sadece kokularıdır anlamlı olan. 
Bir arı için mor ötesi ışığı görebilmek, bir yarasa için en tiz frekanslardaki sesleri ve yansımaları duyabilmektir. Bir kuş için hava akımı ve yönlerini anlayabilmek önemliyken,  denizin dibinde yaşayan bir canlı için bir demet ışıktır önemli olan,  yıldızların, ayın ya da gezegenlerin varlığı önemli değildir. 
*
Her canlının yaşamı ve gördüğü dünya, kendi algı kapasitesinin özelliklerine göre başka başkadır bu yüzden. 
Evren, her şeyden önce insanın zihnindedir. 
Bu yüzden herkes kendine göre varlığını hisseder ve düşünür dilediğince. 
Kendine özgü kavramsal bir dünyaya anlam vermeye çalışan insan, bütün bu kaosun içinde düşünebildiği ölçüde vardır. 
*
Tıpkı Decartes'ın (1596-1650) öne sürdüğü gibi 'Düşünüyorsa, vardır', birey olarak. 
Hiç bir şeyin birbirinin aynısı olmadığı bir doğada, diyalektik bir kaosun içinde, çatışmaların denge noktası her seferinde entropi artışına yenik düşer. 
*
İnsan düşüncesi bu kaos ve değişime ayak uyduramaz. Çünkü kurduğu dünyanın dengeli ve düzenli olmasını ister hep. 
İşte çatışmalarla başa çıkamadığı nokta da tam buradadır.  
*
Anlamsız kaosun içinde anlam bulma çabaları sırasında düşünceleri zirveye ulaşır.  
Düşüncenin zirve noktasından da yaratıcılığı ortaya çıkar. 
Yaratıcılığının sınırı olmadığını fark eden insan, düşünürken aslında yaratıcılığı ölçüsünde var olduğunu anlar. 
Sanatıyla, müziğiyle, buluşlarıyla, ürettikleriyle, yapıtlarıyla var olur. 
Onu diğer türlerden ayıran da budur işte. 
*
Her insanın içinde vardır bu yaratma potansiyeli. 
Ortaya koyması gereken tek şey cesaret ve özgüvendir sadece.  
Kaos içindeki yaşam işte bu yaratımlarla anlam bulur. Ölümden sonra ne olacağından korkarak değil, insan, yaşarken yarattığı, ürettiği ve biriktirdikleriyle,  kısaca kültürel ve bilimsel mirasıyla var olur. 
Ancak bu sayede diğer türlerden farklı olarak, doğaya ve ölüme meydan okur.
*
Aydınlık yüzün arkasına gizlenen Ey Ay!
Karanlık yüzünü görebilmek umuduyla
Sorsam sana, 
Dipsiz derinliklerinde neler oluyor Evren'in? 
Korkusuzca, umarsızca, 
Ve haddini bilmezce sorsam,
Her Yeni Ay doğumunda  
Yeniden, 
Cüretkar!
@yesimbmeric #visnetadinda düsler