Bilgiyi tarafsızca öğrenmek nasıl mümkün olabilir? Bilmek iyi bir şey midir? Yoksa kötü mü? Her bilgi doğru mudur? Bilmek, söylenenleri olduğu gibi kabul etmek midir? Yoksa araştırmak, sorgulamak ve var olan bilgiler arasından en doğruları seçmeyi  becerebilmek midir? Peki, bu nasıl  yapılır? Tarafsız bilgiye ulaşmak için her şeyden önce karşıtların mantık yöntemleriyle karşılaştırılıp tartışıldığı bir ortam gerekir.  Sonra ipuçlarıyla doğru bilginin somut olarak ortaya konulması gerekir.  Böyle bir yöntemi ilk kez Platon ortaya koymuştur. Platon'un tüm eserlerindeki konular karşılıklı diyalog yöntemiyle, soru ve yanıtlarla anlatılmıştır. Bu yöntem diyalektik yöntemdir. Günümüzde ise bu yöntem çoğu zaman uygulanmamaktadır.
Çünkü bilmek, diyaloglara açık olmayı gerektirir. Bilmek cesaret ve sorumluluk gerektirir. Bilmek dogmatik bir tutuculuktan çıkabilmeyi gerektirir. 
ÇOCUKLUĞUMUZ
Çocukluğumuzda doğru davranış ve sözler karşılığında bir ödül alırdık. Çoğu zaman tatlı bir şey olurdu bu ödül. Bu özünde çocuğu iyi davranışa teşvik etmektir. Peki ya yalan varsa işin içinde?  Bu sefer çocuğun yalanı farkında olmadan ödüllendirilmiş olmaz mı? Ortada  çocuğun korktuğu bir durum varsa,  ona farkında olmadan zor anlardan çıkmayı öğretmiş olmaz mıyız? Yalanın kabullenilmesi, çocuk için  korku ve tehditten kurtulmak demektir. En önemlisi de bulunduğu zor ortamda, yalanın arkasına sığındıkça, başvurduğu  yöntemin ne kadar işe yaradığını öğrenmesi anlamına gelir. İşte böyle yetişen çocuklar, büyüyüp yetişkin olduklarında, yalanları bir alışkanlık halini alabilir. 
KORKULAR, YALANLAR VE YETİŞKİNLİK 
Günlük hayatımızda bazen tatlı yalanlar, yani beyaz yalanlar söyleyebiliriz. Böyle bir şeyi söylemeyi çoğu zaman önemsemeyiz  bile. Ama yalanın küçüğü büyüğü olmaksızın, kanıksanması bir çeşit yozlaşmayı da beraberinde getirir.  Hele ki korku  ve tehdit  varsa işin içinde. En kötüsü de budur. Korku ve tehdidin büyüklüğü oranında tekrarlanan yalanlar. 
Böyle bir durumda yalanla korku arasında ikilemde kalır insan. Hatta korku yüzünden zarar göreceklerini düşündükleri gerçekleri de çarpıtmaya ya da gerçekleri çarpıtarak kendi yanılgılarını onaylayan söylemleri desteklemeye başlarlar. Böylece küçükten büyüğe yalanla çevrelenmiş sosyal gruplar oluşur zamanla. Çarpıklığın arkasına çoğul olarak  sığınmak, daha güçlü hissettirir böyle insanlara kendini. Buna karşılık ortak yalanların sorumluluğunu almaktan da uzaklaşmış olur her bir birey. 
İKNANIN GÜCÜ
Sığındıkları yanlışların sırça köşklerini bozmamak uğruna bu sefer yanlışları ispatlamaya kalkışır, bu yanlışlara sığınan gruplar. İşte burada ortaya yanlış önermeden yola çıkarak, olmayanın olmuş gibi gösterildiği  bir yanlışlar zinciri çıkar.  Grup içinde ikna gücü olanlar ön plana  gelir.  İkna gücü hitap yeteneği ile birleşince de kendi içinde mantıksal kurgulara sahip söylemler oluşur. Yanlış bilgiler gittikçe büyüyen kitleler tarafından kabullenilmeye başlanır.  Bu söylemler kendi kendine zarar veren bir paradoks haline gelir. 
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BİR ÖRNEK
İkna gücünün önemi ilk kez M.Ö. 5. Yüzyıl’da Atina'da ortaya çıkan dönemin öğreticileri olan sofistler tarafından anlaşılmış ve kullanılmıştır. Sofistler bilginin doğruluk değerine bakmaksızın en çok da toplumu ve insanı ilgilendiren konularda, sahip oldukları 'bilgi' ya da 'sanrı'ları ve ikna yöntemlerini öğretmişlerdir çevrelerine. 
Aslında antik dönemdeki tartışmalar insanın toplumsal gelişim sürecinde önemli bir adım olmuştur. Fakat dönemin kavramsal tartışmaları, o toplumda büyük bir bilgi kirliliğine de neden olmuştur. Böylelikle  yanlışla doğrunun, yalan ile  gerçeğin  ayırt edilemediği bir süreç yaşanmıştır. Dolayısıyla da toplumsal yozlaşma ve çalkantılar ortaya çıkmıştır. Tüm bu konular döneminin büyük düşünürlerinden biri olan Platon tarafından ele alınmıştır. Platon, 'Devlet' kitabında tartıştığı toplumsal konuları farklı yönleriyle ele almış, yazının başında da dile getirdiğimiz gibi, ilk kez  diyalektik yöntemi kullanmıştır. İnsanın doğasındaki iyilik ve kötülüğü, doğru ve yalanı, ahlak ve erdemi aktarmıştır diyaloglarında. Ve ideal bir devlet, mutlu bir  toplum olmanın yöntemlerini anlatmıştır. 
GÜNÜMÜZ
Bugüne baktığımızda, içinde bulunduğumuz çağ bilgi kirliliğinin had safhada olduğu bir çağdır. Modernleşme ile kendine yabancılaşan insan için mutluluk izafi, yaşam ise tatlı bir yalan örgüsü haline gelmiştir.  Ama aslında mutluluk kendi yaşantısından oldukça uzak  bir kavram  olarak sunulmuştur insana. İşte bu şekilde, tatlı yalanlar ve acı gerçeklerin arasında zihinlerimiz karmakarışık ve yorgun bir durumdadır. Peki, tüm bu durumdan kurtulabilmeyi kim istemez ki? 
O halde gerçekten de doğruları bilmeyi ister miydik diye tekrar sorsak kendimize? Sahi siz kendi yaşamınızda hangisini tercih ederdiniz? Acı ve zor doğruları öğrenmeyi mi, yanlışlar ya da sanrılarla dolu tatlı yalanları mı?