Hiç düşündünüz mü geçmişi neden özleriz? Neden tekrar yaşamak isteriz? Bizi kendine çeken anılar mıdır, yoksa o anılarda hissettiğimiz duygular mı? Aynı kişiler, aynı ortamlarda tekrar bir araya gelseler, aynı sinerjiyi yakalayabilirler mi?
Yanıt, elbette hayır olacaktır. Çünkü ne siz, ne de o kişiler aynı kişi değilsinizdir artık.
Ortamlar da öyle. Hele ki aradan çok da uzun bir zaman geçmişse. Her şey anın içinde doğar ve ölür. Tıpkı bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıp yakalanan enstantaneler gibidir. Doğan ve doğduğu anda ölen anlar.
Dünkü siz ile bugünkü siz aynı mısınız? En iyimser tahminle bir gün daha yaşlı ve farklısınız. Bedeninizdeki tüm hücreler, yedikleriniz, içtikleriniz, yaptıklarınız, saçlarınızın boyu bile farklıdır.
Güzel anıları hayal etmek sorun olmaz belki. Tatlı bir burukluk kaplar içinizi. Ama, geçmişte yaptığımızı düşündüğümüz eylemleri sorgulamak neden bizi rahatsız eder? Hata mıdır onlar gerçekten?
“Yapılan hataları geçmişe dönüp düzeltme imkanından yoksunuz. O halde, yaşamın üzerindeki baskıyı neden öylesine ciddiye alıyoruz?” demiştir, Milan Kundera. Ona göre, dünyayı fazla ciddiye almamız, aslında bize sunulan inanç kalıplarından birine kayıtsız şartsız teslim olduğumuz anlamına gelmektedir. Kalıpların içinden başka, kalıplar dışından başka görünür çünkü hayat. Zamanın ve çevrenin etkisi de buna dahil.
Her sabah yeniden doğup, gün sonunda bir anlamda ‘ölmeye’ giderken, ertesi gün yeniden doğacağımızı düşünmek, zihnimizin bize sunduğu bir oyun gibidir. Oyun içinde oyun, film içinde film, kurguların dolambaçlı labirentlerinde dolaşırken; geçmiş, gelecek ve bugün dediğimiz yolların hepsi zihnimizin sokaklarıdır. İçinde dolaşan gerçekler, hayaller ve hayaletleriyle.
O halde geçmişi sorgulamak, yaptığımız seçimleri yargılamak, hayaletleri kovalamaktan başka bir şey değildir. Seçimler siz onları seçseniz de seçmeseniz de sizin adınıza zaten gerçekleşir. Her seçimde her yönüyle bir deneyim vardır. Öyleyse, ne yaşamın baskısını ölesiye ciddiye almalıyız, ne de seçimlerimizi gereğinden fazla sorgulamalıyız. Bir yandan yaşamımızın sorumluluğu, diğer yandan var olmanın bilincini ellerimizde tutarken, çok da anlam yüklememeliyiz hayata. Seçenekler yumağı içinde kaybolmamak adına.
Her gün yeniden doğarak bugünün gereğini yapmaktır en güzeli. Tıpkı kişiler gibi toplumsal önyargılar da eninde sonunda kararsızlığa ve “Var olmanın dayanılmaz hafifliği”ne mahkûmdur ne de olsa. Can Yücel’in dizelerinde dile getirdiği gibi, “Dün geldi geçti, Yarın meçhuldür. O halde ömür bir gündür; O da bugündür”
Bir başka deyişle;
‘Kare kare anlar yumağıdır Ab-ı Hayat
Derdest Eylesin Aşk Seni de ‘AN’ ile
Bir kanat çırpınışıdır hayat
Anlayamazsın o kehribar gözler ile’
Y. Büyükmeriç - #vişnetadındadüşler